yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2017 Pazartesi

Ekran Başında: Atlanta: 1. Sezon

Seneler önce Childish Gambino dinlerken aynı adamın bir gün bambaşka bir araçla harikalar yaratacağını hiç düşünmemiştim doğrusu. Hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin alkışladığı Atlanta hakkında düşündüklerimden bahsetmenin sırası geldi. 


Geride bıraktığımız sene yaklaşık otuzar dakikalık on bölümle seyirci karşısına çıkan Atlanta, Altın Küre ve Emmy dahil olmak üzere onlarca ödül kazanmış bir televizyon harikası.  Dizi, adından anlaşılacağı üzere Atlanta, Georgia'da geçiyor ve bir grup sıradan insanın ortak hikayesine odaklanıyor. Her ne kadar yaratıcısı ve başrolü Donald Glover'ın (Childish Gambino) canlandırdığı Earnest "Earn" Marks'ın parasızlık, ailevi sorunlar ve yine parasızlık ekseninde yaşadıklarını büyük bir ilgiyle takip etsek de uyuşturucu satıcılığından Atlanta Hip-Hop sahnesine transfer olan Alfred Miles/Paper Boi rolüyle Brian Tyree Henry de iyi bir iş çıkartıyor. Alfred, sağ kolu ve suç ortağı Darius (LaKeith Stanfield) ile birlikte sabahtan akşama kadar kafayı bulmak ve konsol oyunları oynamaktan hoşlanıyor ancak böyle bir yaşam tarzını sürdürmek hiç de kolay değil! Bu noktada onu, hem yasal olana (rap) hem de yasa dışı olana (uyuşturucu) yönelirken yaşadığı sıra dışı, gülünç, tuhaf olayların merkezinde buluyoruz. Earn ise kuzeni Alfred'in müzik camiasında kendine bir yer edinmeye çalıştığını öğrendiğinde menajeri olmak istiyor ancak önce kendini kanıtlaması gerekiyor. 

Dizi, kahkahalar eşliğinde izlenecek sahnelerin yanı sıra, bir türlü dikiş tutturamayan sıradan adamın bitmek bilmeyen savaşını da başarıyla yansıtıyor. Üstelik sahneler akarken sadece göze değil kulağa da hitap etmeyi ihmal etmiyor. Kendinizi, Paper Boi'un saçmalık düzeyinde eğlenceli çıkış şarkısına eşlik ederken ya da dans ederken bulabilirsiniz. Muhtemelen diziyi izlerken bir yandan da soundtrack'inin peşine düşeceksiniz. Bu arada Earn'ü, sağlam indie gruplardan Beach House'u dinlerken görmek (ve duymak) da tatlı bir sürprizdi doğrusu. Sanırım karakterle aramızda kurulan bağın sebeplerinden biri de buydu. Müzik, bunu hep yapar.

30 Mayıs 2017 Salı

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #32: Hidden Folks




Dünyanın dört bir yanında ses getiren Martin Handford imzalı Where's Wally? serisi (ve türevleri) bu topraklarda da yayımlandı. Hafızamı zorlayıp geçmişe döndüğümde kendimi bir benzeriyle vakit geçirirken görüyorum. Göze ilk bakışta karmakarışık gelen, bir sürü insanın bir sürü şeyle meşgul olduğu hayatın içinden rastgele bir anı resmeden rengarenk bir sayfada itinayla bulmam gerekeni arıyorum. Bu kitabın beni bir süre oyaladığını ve eğlendirdiğini hatırlıyorum. İşte bu sebeple Hidden Folks elinde tuttuğu nostalji kartını karşılaştığımız ilk anda masaya koyuyor.

Kafa kafaya veren iki kişinin (Adriaan de Jongh ve Sylvain Tegroeg) dört kişiden yardım alarak yaptığı bu fevkalade bulmaca oyununda birbirinden farklı ve birbirinden eğlenceli dört bölüm yer alıyor: Orman, Çorak Topraklar, Şehir ve Fabrika. Bilhassa son bulmacasıyla Fabrika epey uğraştırıyor ve bazen gözlerinizi dinlendirmeniz gerekiyor fakat oyundan kopmak da zor. An itibarıyla tüm bölümleri bitirdiğinizde ise önünüze adınızı ve e-posta adresinizi bırakabileceğimiz bir ekran geliyor çünkü oyuna henüz eklenmemiş Şehir ve Fabrika bölümlerine ait üç bölüm daha var. Yeni bölümleri beklerken oyunu bir kez daha oynamak isteyebilirsiniz ki bunun için ana menüye bir sıfırlama tuşu da eklemişler.



Bu siyah beyaz dünyada bulmamız gereken herkesin ve her şeyin apaçık ortalıkta durduğunu ya da göz önünde dolaştığını aklınıza getirmeyin. An geliyor hem insanları hem de nesneleri saklandıkları deliklerden çıkartmamız gerekebiliyor. Bulmamız gereken kişi sokakta kalabalığın arasına karışmış biri de olabilir, ancak birkaç tıklamayla ulaşabileceğimiz, gözlerden uzak bir yerlerde yatan biri de. Nesnelere gelince... rafların, dolapların, çekmecelerin arasında gözden kolaylıkla kaçabilecek ufacık bir objeyi bulmak için harcayacağınız çaba sizi çılgına çevirebilir. Elbette oyunun sunduğu ipuçlarından yola çıkıp bir parça düşünmek başarıya giden en kestirme yol. Üstünde pek durulmamış basit hidden object oyunlarında olduğu gibi görsel içinde rastgele tıklamalar yaparak bölümleri peş peşe atlamak mümkün değil. Hoş, zaten bulmacalar bazen o kadar geniş bir alana yayılıyor ki o çok özel ve çok küçük nesneyi bulana dek ekranda gördüğünüz her şeye tek tek tıklamanız epey vakit alırdı.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #31: Punch Club



Saint-Petersburg'tan Lazy Bear Games'in geliştirdiği Punch Club'ta gelecek vaat eden amatör bir sporcunun, hem kariyer basamaklarını tırmanması hem de bir halk kahramanına dönüşmesi elimizde. Ancak söz konusu ucuz bir zafer değil. Hayat-iş-spor arasında mükemmel dengeyi tutturup müsabakalara katılmalı ve ringden muzaffer ayrılmayı bilmeliyiz.

Dövüşçümüzün liglere katılıp adım adım zirveye çıkarak şampiyonluğu tatması nihai amacımız fakat bunun için günlük temel ihtiyaçlarıyla birlikte gün be gün eksilen güç, çeviklik ve dayanıklılık seviyelerini de dikkate almamız gerekiyor. Evet, her gün antrenman yaptırmazsanız level atlamak şöyle dursun, elinizdekinden de oluyorsunuz. Bu durumda özellikle ringe çıkmadan bir-iki gün önce çalışmalara ağırlık verilmeli ki sporcumuz kendini iyice geliştirebilsin ve büyük an gelene dek fazla kayıp yaşamadan yüksek performans sergileyebilsin. Performans demişken...

16 Aralık 2016 Cuma

Ekran Başında: Yuri!!! on Ice

Yirmi üç yaşındaki Yuri Katsuki'nin hayatta önemsediği tek şey, artistik buz pateninde dünyanın en iyisi olmak... eh, bir de çocukluktan beri hayranı olduğu Rus şampiyon Victor Nikiforov var.




Sayo Yamamoto'nun yönettiği ve Mitsurō Kubo'nun yazdığı ユーリ!!! on ICE/Yuri!!! on Ice, eski sporcu Kenji Miyamoto'nun koreografisiyle buzda can buluyor. Zarif, enerjik, tutkulu sporcuların şampiyonalardaki performanslarını izlemek büyük bir keyfe dönüşüyor. Yuri her ne kadar altın madalyaya odaklanmış olsa da anime sadece onun bir sporcu olarak performansına odaklanmıyor. Bir hayal kırıklığının ardından sporu bırakma noktasına yaklaşan Yuri'nin büyük, belki de en büyük hayranı olduğu Viktor, ona hayatını sonsuza dek değiştirecek bir sürpriz yapıyor. Viktor, internette olay yaratan bir  videoda buzda kendisini neredeyse birebir taklit etmeyi başaran Yuri'yi gördüğünde çat kapı Japonya'ya gidiyor ve kendini Yuri'nin yeni antrenörü ilan ediyor. Böylece aralarında zamanla kurulacak güçlü bağın ve gelişecek derin sevginin temeli atılmış oluyor. O ana kadar romantik ilişkilere hiç kafa yormamış Yuri, Viktor'la yaşadıkları doğrultusunda sevginin ne demek olduğunu öğreniyor. Keşfettikleriyle birlikte hem bir birey hem de bir sporcu olarak gelişiyor.

14 Temmuz 2016 Perşembe

İnceleme: Addicted to You


Lily Calloway'in, onu çocukluk arkadaşı Loren Hale hariç dünyadaki tüm insanlardan uzaklaştıran bir sırrı var. Babası The Coca-Cola Company benzeri dev bir şirketin kurucusu olan Lily, bir nemfoman ve onu gün be gün tüketen bu sırrı paylaşabildiği çocukluk arkadaşı Loren Hale ise bir alkolik. Profesyonel yardım alıp iyileşmeyi denemek yerine bağımlılıklarını kucaklıyor ve bu uğurda diğer insanlarla kurulabilecek tüm bağlardan vazgeçiyorlar. Ta ki birlikte olmaya başladıkları o ana kadar.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #29: Her Story

*No spoilers! Spoiler içermiyor.

MURDER.

Oyunu açtığımda karşıma çıkan sanal masaüstündeki arama kutucuğunda yazan tek kelime bu. Search butonuna tıkladığımda hemen altında dört kısa klipten oluşan arama sonucu beliriyor. Videolardan birini açıp izlemeye başladığımda ise birleştirmem gereken yapbozun ilk parçası gözlerimin önünde şekilleniyor.



Her Story, kalıpların dışında bir oyun. Sunum basit ama ünik. Aslında tek yapmam gereken 1994'te yaşanan trajik bir olayın ardından kaydedilen sorgu videolarını izlemek ve düşünmek. Bunun için ekranda beliren gizemli bir kadının ağzından çıkmış olabilecek sözcükleri arama kutucuğuna yazmam gerekiyor. Yazdığım kelimeler gerçekten sorgu sırasında dile getirilmişse, ilgili videoları izleyerek daha fazlasını öğrenmem mümkün oluyor. Sorguya çeken dedektifi görmediğim ve duymadığım için de soruları ve soruluş şeklini hayal gücüme bırakıyorum. Bir yapbozu tamamlar gibi tek tek parçaları birleştirerek neler olduğunu, nasıl olduğunu ve tüm bunlara neyin sebep olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Gerçek bir dedektif gibi.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Ekran Başında: The Conjuring 2

Son seans. Şaşırtıcı derecede kalabalık bir salon. Seyirciyi daha ilk andan avucunun içine alan The Conjuring 2/Korku Seansı 2



Patrick Wilson ve Vera Farmiga'nın başrolleri paylaştığı,  James Wan imzalı serinin ilk filmi The Conjuring/Korku Seansı, sinemada izlediğim bir film değildi. Kendi evinin, kendi odanın sunduğu konforda bile seni tüyler ürperten bir olaylar zincirine sürükleyen, zaman zaman en ufak bir ses, en ufak bir hareketle sarsan bir yapımdı. Aynı kemik kadroyla çekilen devam filmini ise açılış gününde bir sinema salonunun son seansında izledik ve hem görsel hem işitsel destekle hikayenin etkisi bir kat daha artmış oldu. Filmin en büyük kozu, açılış sekansından başlayarak neredeyse hiç düşmeyen temposuydu. 70'leri yansıtan kostüm tercihleri ve makyaj ustalığı atmosferi olumlu yönde etkiliyordu. Vera Farmiga'nın Patrick Wilson'la kimyası ve genel hatlarıyla başarılı bulduğum oyunculuğu da filmi bir adım öteye taşıyordu. Ancak yer yer CGI'ın plastik hissi ve kimi ucuz trickler illüzyonu kırıyordu.

28 Nisan 2016 Perşembe

İnceleme: The Crown

*Vampirella, kitabı okumadan önce spoiler olduğu belirtilen kısımları okumamanızı tavsiye ediyor.

Masalın sonu.


The Heir/Veliaht Prenses'te tanıdığımız Maxon'la America'nın oyunu kendi kurallarına göre oynamak isteyen kızı Eadlyn'in hikayesinin çözümünü The Crown'da okuyoruz. Böylelikle dört sene boyunca devam eden The Selection sona eriyor ve sarayın kapıları kapanıyor.

The Heir/Veliaht Prenses hakkında yazdığım yorumu okuduysanız, prensesin annesi America'dan epey farklı bir karaktere sahip olduğundan, söz gelimi America'nın dost edinmeye çalıştığı yerde onun köşesine çekildiğinden ve evinde ağırladığı adaylarıyla arasında geçen zaruri konuşmalarda gardını bir an olsun indirmekten çekindiğinden bahsettiğimi biliyorsunuzdur. Ancak Eadlyn'in bir karakter olarak gelişmeye son derece müsait bir yapısı olduğuna da değinmiştim. Serinin son kitabında genç kızın birçok açıdan değiştiğini görüyoruz ancak değişim illa ki gelişim anlamına gelmiyor. 

They think I'm too cold. The most absolute way to refute that would be to get married. They think I'm too masculine. The most absolute way to refute that is to be a bride.

Bu kitaptaki Eadlyn, övgülere boğulan, yere göğe sığdırılamayan bir kız. Sarayda "çok güzel", "en güzel", "çok zeki", "en zeki" vb. sıfatlar havalarda uçuşuyor. Babasının onun kusursuz bir kraliçe olacağından hiç ama hiç şüphesi yok. Aslında bu, metnin tamamına yayılan bir sorunu işaret ediyor: Tüm bunları onlar görüyor da biz neden göremiyoruz? Yazar, birçok noktada okura fikirlerini satarken bocalıyor. Örneğin; hepinizin kafasında bir liderin nasıl olması gerektiğiyle ilgili birtakım fikirler vardır ve bu fikirlerin çoğunun ne yazık ki Eadlyn'in sergilediği özelliklerle örtüşmediğini göreceksiniz. Geriye okura bir türlü aktarılamayan ama ısrarla söylenen bir avuç kuru söz kalıyor.

9 Nisan 2016 Cumartesi

En Çok Okunan 10 İnceleme

Bugün yayınladığım inceleme yazılarına şöyle bir baktım ve gerçekten çok fazla hit alan yazılar olsa da bazı yazıların hit sayısının henüz iki basamaktayken takılıp kaldığını gördüm. Yıllarını bloglarına adayan blogger'ların da bileceği üzere elbette hit sayısını belirleyen bir takım kriterler var. Bunlar bir yana, işin içine bir de blogumu önce wordpress'te açıp çok daha sonra kısıtlamalardan bunalarak blogspot'a taşımam da giriyor. Yine de blogger'ın sunduğu verilerden yola çıkarak çarpıcı bir sonuç tablosuyla karşı karşıyayız diyebilirim. 



İşte blogger'ın en çok tıkladığınızı iddia ettiği kitap incelemeleri:

2 Nisan 2016 Cumartesi

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #28: Transistor

Bilim kurgu temalı action RPG Transistor, istilaya uğrayan Cloudbank şehri ve umutsuz aşıklarıyla sıradışı, büyüleyici ve akılda kalıcı bir deneyim sunuyor.




Bastion'la adını duyuran indie oyun şirketi Supergiant Games, bu oyunda bizi hem sevdiği adamı hem de sesini kaybeden ünlü ses sanatçısı Red'le tanıştırıyor. Red, artık sadece mırıldanabiliyor ve elinde taşıdığı devasa kılıcın içinde sevgilisinin ruhunu taşıyor. "Transistor" denilen bu büyülü nesneye hayat veren Logan Cunningham'ı da bu sırada tebrik etmek gerekiyor. Derinden gelen kadife gibi sesiyle oyunun atmosferine yaptığı katkı kesinlikle yadsınamaz. Öyle ki bu romantik ve hüzünlü sesin Red'e fısıldadığı tatlı saçmalıkları hiç bıkmadan defalarca dinleyebilirsiniz.

"I love you so much, Red. You know that, right? It's true. It's true! It's true..."

22 Mart 2016 Salı

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #27: Stardew Valley

Akıl sağlığını korumak için bazen oyunlara sarılırsın.

Eric “ConcernedApe” Barone'un dört senede tamamladığı bağımlılık yaratıcı Stardew Valley, size bu konuda yardımcı olabilir.

Hiç bir Harvest Moon oyunu oynadınız mı? Cevabınız evet ise, Stardew Valley'yi size bilgisayar oyuncuları için tek kişilik dev bir ekibin yarattığı yeni Harvest Moon oyunu olarak tanıtmakta bir sakınca yok. Sahi, bir insan bu ölçekte bir oyunu (A'dan Z'ye kadar her şeyiyle!) bir başına nasıl üretebilir? Öyle ki otuz saat sonra bile oyunun sunabileceklerinin sadece küçük bir kısmını gördüğümü düşünüyorum. 


Modern dünyanın birçok köşesinde neredeyse yok olan değerleri bize anımsatan bu şirin ütopyada sadece dedemizden miras kalan topraklarda ekip biçmiyoruz. Çiftçilik, arıcılık, balıkçılık ve madencilik gibi uğraşlarla bile eğlenceli anlar yaşasak da bununla sınırlı değiliz. Kasabadaki karakterlerle etkileşime geçiyor, arkadaşlıklar kuruyor, sevgili oluyor ve istersek evlenebiliyoruz. Üstelik LGBTQ oyun severler de unutulmamış. Evet, "same sex marriage" bu oyunda mümkün ve gayet ilgi çekici bekarlar var. Oyundaki tüm karakterlerin ayrı birer hikayesi olduğunu, zaman ve bir parça emekle birlikte karakteristik özellikleri, yaşam tarzları ve geçmişlerine dair birçok şeyi öğrenebileceğinizi de ekleyeyim.

9 Mart 2016 Çarşamba

Türkçe Edisyonu Çıktı: Tiger's Quest (by Colleen Houck)

Tiger's Curse/Kaplan Laneti'nin yurtdışında 2011'de yayımlanan devam kitabı Türkçe baskısıyla raflara girdi.


Pusu! Demir kollar vücudumu sarmıştı. Karanlığa teslim olmadan önce son gücümle havaya tutunmaya çalıştım.


Tiger's Quest/Kaplan Arayışı, orijinal kapak görseliyle 29 liradan satışa sunuldu.

Kitap için yazdığım yorumumu okumak isterseniz, burada duruyor. 

Herkese keyifli okumalar.

3 Mart 2016 Perşembe

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #26: Ether One

Hisleri anlamak ve empati kurmak, önyargılardan kurtulmak, kalıpların dışında düşünmek, yaratıcı olmak, farklı olmaktan korkmamak, birey olmak... Kişiyi değerli kılan yetilerin edinilmesinde ve geliştirilmesinde sanatın yol gösterici ve yüreklendirici rolü yadsınamaz. Sanatın birçok formunun bir araya gelmesiyle oluşan oyunlar da bizi hissetmeye, düşünmeye, keşfetmeye ve anlamaya sevk edebilir. 

Bir adventure/exploration oyunu olan Ether One, demans olarak bilinen hastalığın, yani bir tıp sözlüğüne göre "zihinsel işlevlerde organik kökenli ağır bozukluk sonucu hafıza karışıklığı, unutkanlık, dikkat gücü ve süresinde azalma, oryantasyon bozukluğu, kişilik değişimi ve depresyon ile belirgin durumun" ne olduğunu ve bununla mücadele eden bir hastanın neler yaşadığını göstermeyi amaçlıyor. Daha da iyisi, bu hastalığın semptomlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan bir ekibin parçası olmamızı sağlıyor. 


Ether One'da sadece sesini duyduğumuz Phyllis isimli bir bilim kadını bizi bir demans hastasının zihnini araştırmaya davet ediyor. Böylece özel bir koltuğa oturuyor ve maceraya atılacağımız Pinwheel isimli bir maden kasabasına ışınlanıyoruz. İlk bakışta neredeyse hiçbir şey yokmuş gibi dursa da yakından bakıldığında yaşamın izi her yerde. Evet, bir zamanlar burada insanlar yaşamış, başlarından kimi yıkıcı kimi mutluluk verici olaylar geçmiş ve giderken değerli anılarını bırakmışlar. Kasabada, rıhtımda, madende dolaşıyoruz. Bulduğumuz gazeteleri, açık bırakılmış kitapları ve notları okuyoruz. Telesekreter mesajlarını dinliyoruz ve mektuplara göz atıyoruz. Fiziksel olarak tamamen yalnız kalsak da ara sıra etkileşime geçtiğimiz nesnelerle Phyllis'in bize tekrar seslenmesini sağlıyoruz. Pinwheel'deki görevimiz büyük önem taşıyor. Anıları kurtarmak elimizde.

30 Ocak 2016 Cumartesi

İnceleme: The Deal

*Düşük dereceli spoiler alarmı.

Off-Campus serisinin ilk kitabında yazar Elle Kennedy, bizi, biri müzik eğitimi alan ve yeteneğiyle burs ödülü almaya çalışan, diğeri ise tarih okuyan ancak tek hayali takımıyla birlikte hokey şampiyonluğuna kavuşmak olan iki hırslı üniversiteli ile tanıştırıyor.



Kitabın başında söze başlayan Hannah, yaşadığı trajik bir olaydan sonraki beş senelik süreçte sadece iki erkeğe karşı bir şeyler hissedebildiğini söylüyor. Birisi onu terk eden eski sevgilisi, birisi ise altı haftadır aynı ortamda bulunduğu halde bir türlü dikkatini çekemediği Justin. Hannah'dan sonra ise söz alma sırası Garrett'a geliyor. Garrett, kızları kolayca etkilemeyi başaran ama hayatında hokeyden başka bir şeye yer açmak istemeyen gri gözlü bir "jock". Üniversite eğitimi bittiğinde profesyonel kariyerine başlayacağından emin ve eğitimi devam ederken tek yapmak istediği de takımıyla birlikte kolej hokeyinde şampiyonluk kupasını kaldırmak. Ancak geçmek zorunda olduğu bir dersten F aldığında bu sıkı sıkıya bağlı olduğu okul takımına veda etmemek için dersi geçen tek kızdan yardım istemek zorunda kalıyor. Karşılığında kıza ne verebileceğini anlaması için ise biraz gözlem yapması yetiyor. İşte böylece iki gencin bir araya gelme süreci başlıyor.

Öncelikle belirtmem gerekir ki kitaptaki birçok şey ortalama Türk okurunu "dışarıda bırakan" cinsten. Örneğin; frat'in ne olduğunu bilmeyen birine sırf anlatmaya çalışmak adına söz gelimi "öğrenci kulübü" dediğinizde kelimenin içi neredeyse tamamen boşalmış oluyor. Üniversite kültürünün içinde koskoca bir kültür söz konusu. Kim olduklarını, neyi nasıl yaptıklarını bilmeden kitaptaki kızların frat partisine gitmeleri, okur için pek bir anlam ifade etmeyecektir. Okur o anda ya bunun ne olduğunu düşünecek ve kafasında canlanması gereken sahneler canlanmayacak ya da üstünde durmadan devam etmeyi seçecek. Velhasıl, birçok okurun birçok kez "muhabbete Fransız kalması" söz konusu olacak. Tıpkı kitabın bir bölümünde Garrett'ın bir sorority sister'la yattığını hava atarcasına belirtmesi ve sonrasında Justin'in Kappa Beta kızlarıyla çıktığını Hannah'nın kulağına çıtlatması gibi. Bunlar konuya hakim olmayanlara detay olarak gözükebilir ancak kitabın kapağında bize göz kırpan "anlaşmanın" zeminini oluşturuyor.

20 Ocak 2016 Çarşamba

İnceleme: The Shadow Queen

Hayvanlara ve bir parçası oldukları doğaya hükmedebilen büyülü güçler, intikam arzusuyla dolup taşan karakterler ve fantastik kitapların olmazsa olmazı canavarlar. C.J. Redwine'ın The Shadow Queen'i, ince ince örülmüş kurgusuyla "Pamuk Prenses" masalına yeni bir anlam kazandırıyor. 



Ravenspire Krallığı’nda tahtın gerçek sahibi veliaht prensesi Lorelai Diederich, tıpkı üvey annesi Kraliçe Irina gibi büyü yapabiliyor ancak güçlerinin sınırları henüz vakıf olamadığı bir sır. Yine de prenses, kraliçenin maskesini düşürmek için elinden geleni ardına koymuyor ve saray cehenneme dönüyor. Çıkan arbedede kraliçe boş durmayarak ailenin beslediği yılanı bir engerek yılanına çevirip krala saldırtıyor. Kral ölürken, prenses ile kardeşi Leo, kralın sağ kolu Gabril’in de yardımıyla kaçmayı başarıyorlar. İşte hikâye böyle açılıyor.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Ekran Başında: The Hateful Eight

Vaat edilen belliydi. Ennio Morricone imzalı bir soundtrack eşliğinde western havasını soluyan usta oyuncu kadrosuyla bir Quentin Tarantino filmi. Beklenti çıtası yüksekti.



Filmin açılış sekansıntan itibaren sinematografisiyle takdiri hak ettiğini belirtmem gerek. Bir başına, karlarla kaplanmış ve çoktan unutulup gitmiş Hz. İsa tasvirinin hemen ardından puslu Wyoming dağlarında orman bir çerçeve görevi görürken muhteşem atların bata çıka ama yine de asaletten ödün vermeden yürüyerek oluşturdukları özneyle her şey başlıyor ve filmin sanatsal değeri gittikçe artıyor. Filmin ilk yarısının neredeyse her anı yavaş çekimde tekrar tekrar izlemek isteyeceğiniz anlardan oluşuyor. Bu olağanüstü sahneler eşliğinde kendinizi devasa beyaz perdede yaratılan illüzyona kapılırken buluyorsunuz.

12 Angry Men/12 Öfkeli Adam, Dog Day Afternoon/Köpeklerin Günü, Glengarry Glen Ross ve Carnage/Acımasız Tanrı gibi  tamamı ya da büyük bir çoğunluğu tek bir mekanda geçen filmlerde oyuncuların, senaristin ve yönetmenin dehası ortaya çıkıyor. Bu kısıtlama karşısında ancak ustalar hizmet ettikleri izleyici kitlesinin ilgisini çekebilir ve bu ilgiyi uyanık tutabilirler. İçinde bulunan bu şartlarda artık sinema seyircisi de tiyatro seyircisine yaklaşmıştır. Velhasıl, tüm hünerleri gösterme vaktidir. Tarantino'nun bu sekizinci filminin de büyük bir bölümü tek bir mekanda geçiyor: Minnie's Haberdashery.



Hoş, Tarantino'nun çok büyük bir avantajı var: Neredeyse her duruşunu, her bakışını, her mimiğini bildiği oyuncularla karşımıza çıkıyor. Marquis Warren adıyla karabasan gibi zihinlerde yer edecek, altıncı kez yönetmenle bir araya gelen Samuel L. Jackson ve adından bekleneni veren Tim Roth gibi favori oyuncularıyla birlikte ne kadar verimli bir iş çıkarttıklarına şüphe yok.

İşçilikten bahsederken, Kurt Russell'ın noksansız canlandırdığı, Remington 1858 "Cattleman's Carbine" tüfeğini yanından ayırmayan "The Hangman" lakaplı John Ruth'un, adalete teslim etmek üzere o bir türlü ulaşılamayan Red Rock'a götürmeye çalıştığı Daisy Domergue rolüyle Jennifer Jason Leigh'nin adını anmamak büyük bir haksızlık olurdu. Kendini bekleyen kadere ve gördüğü onca şiddete rağmen inatla son ana dek elinden geleni ardına koymayan bu kaçık kadın için son yıllarda izlediğim en tatmin edici kadın karakter çalışması desem yeridir. Öte yandan Walton Goggins de uyanık, çıkarcı, yeri ve zamanı geldiğinde ırkçı (tartışmaya değer) karakteri Chris Mannix'le gittikçe yükselen bir performans ortaya koyuyor. 


Filmin ikinci yarısında o kendinden farklı olana duyulan öfkenin ve nefretin tavan yaptığı o intikam alma anında bizim göremediğimiz ama biraz sonra ansızın (ve illüzyonu bir miktar kırarak) dış sesin, yani Tarantino'nun, bize işaret edeceği gizemli gelişme, filmin seyrini de değiştiriyor. O dakikadan itibaren akla Agatha Christie romanlarını ya da Alfred Hitchcock filmlerini getirecek bir "whodunit" izlemeye başlıyoruz. Böylece Tarantino bir kez daha seyirciyi avucunun içine alıyor ve jenerik akana kadar bırakmıyor.

16 Ocak 2016 Cumartesi

İnceleme: Wild Reckless

Ginger Scott'ın geride bıraktığımız sene içinde Goodreads Choice Awards'ta finale kalarak gündeme gelen kitabı, "karşı konulamayan bad boy" formülünü kullanıyor ve tüm uyarılara rağmen Owen'a vurulan Kensington'ın hikayesini anlatıyor.




Kitabın çarpıcı giriş bölümünde panayırda gördüğümüz Owen Harper'ın çocuk aklında sonsuza dek yer edecek bir trajediyi okuyoruz. Hemen ardından yıllar sonrasına yolculuk yapıyor ve Owen'ın hem yeni kapı komşusu hem de yeni okul arkadaşı olan Kensington'ın ağzından öykünün günümüzde geçen kısımlarını okumaya başlıyoruz.

Bu hikayede Kensington'la Owen neredeyse nefretten aşka giden bir yolu takip ediyorlar. Araları bir çok sıcak, bir çok soğuk. Örneğin; birbirlerine ısınmaya başladıkları sırada Owen kasabada yine panayır kurulacağını öğreniyor ve buharlaşıyor. Kendini tekrar gösterdiğinde ise kucağında bir kız oluyor. Kensington elbette öfkeleniyor ve Owen'a tavır alıyor ancak bu olayın hemen ertesinde arkadaşlarıyla panayıra gittiğinde Owen'ı da orada bulunca hiçbir şey olmamış gibi flört etmeye başlıyorlar.

Owen, şu bildiğiniz kötü çocuklardan biri ve bildiğiniz diğer tüm kötü çocuklar gibi onun da kötülüğünün illa ki sebebi var. Çok içki içmesinin, yasadığı yarışlara katılıp deliler gibi hız yapmasının, okulu kırmasının, sürekli farklı farklı kızlarla birlikte olmasının, hakkında çıkan ve yalanlamadığı onca kötü dedikodunun... Evet, hepsinin bir sebebi, bir mazereti var. Kensington zamanla bunları bir bir öğreniyor ve onun "aslında söylendiği kadar kötü olmadığına" karar veriyor. Tabii ki bu formülün üzerinden giderek "page turner" yaratabilen yazarlar da gördük. (Akla bu noktada Abbi Glines geliyor.) Ancak kitabın tek sorunu bu değil.

4 Ocak 2016 Pazartesi

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #24: Ne Oynasam? (Android Edition)

Ta-daa! 

Karşınızda 2016'ın ilk oyun günlüğü yazısı.


Hiç beklenmedik oyunların büyük kazançlar elde etmesi sonucu artık neredeyse herkesin "oyun yapımcısı" olduğu bu devasa platformda eğlenceli bir şeyler bulmak hiç de kolay değil aslında. Son bir aydır tonla oyun yükledim ve çoğu birkaç dakika içinde kendini sildirdi. Elbette aralarında ilgimi çeken oyunlar olmadı değil.

24 Temmuz 2015 Cuma

İnceleme: The Vincent Boys

Yakışıklı kuzenler, bir vaizin kızı ve daha fazla gizlenemeyen hisler. 



Kardeş çocukları Beau ve Sawyer Vincent, birbirlerinden gündüzle gece kadar farklılar. Birisi lisenin ve hatta kasabanın prensi olarak anılırken, diğeri resmen sürüden dışlanan kara koyun muamelesi görüyor. Ancak bir ortak noktaları var: Ashton.

19 Temmuz 2015 Pazar

İnceleme: Naomi and Ely's No Kiss List

Arkadaşlık mı aşk mı? Yoksa arkadaşlık da bir tür aşk mı?



Levithan'in imzasını attığı kitaplarda yazarın kafa yorduğu mevzulardan olan LGBT bir şekilde karşımıza çıkıyor. Baş karakterin değilse bile yakın çevresinden birinin biyolojik kimliği ile cinsiyeti birbiriyle örtüşmüyor. Buna "cinsel tercih" demiyorum çünkü Levithan'e -aynı şekilde birçok insana- göre bu bir tercih değil. Every Day/Her Gün'de sürekli değişen kimliğiyle A, yine Rachel Cohn'la birlikte yazdığı Dash & Lily's Book of Dares'te evde geçen bölümlerde sevgilisiyle görünen bir ağabey ve Naomi and Ely's No Kiss List'te baş karakterlerden biri, yani Ely, buna örnek olarak gösterilebilir. Aynı şekilde Ely'ın arka planda dolanan ve birlikte mutlu olduklarından gayrı pek bir şey öğrenmediğimiz "anneleri" de öyle.

Kitabın kompleks bir problemi var. Çocukluklarından beri sıkı dost olan Naomi ile Ely'ın ilişkisi dünü, bugünü ve yarınıyla masaya yatırılıyor. Birbirine benzeyen bu karakterlerin birbirlerinden farklı beklentileri olduğunu görüyoruz. "Partinin gözdesi", çapkın, modaya ve müziğe düşkün Ely ile usta yalancı, müzikten pek anlamayan ve sürekli belirtildiği şekliyle "ateşli" Naomi, kitabın arka kapağında da yazan şu sebeple arkadaşlıklarına mutlu mesut devam edemiyorlar:

"Naomi ♥ Ely
Ve ona aşık olduğu söylenebilir.
Ely ♥ Naomi
Ama o erkeklere aşık olmayı tercih ediyor."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...