18 Ocak 2016 Pazartesi

Ekran Başında: The Hateful Eight

Vaat edilen belliydi. Ennio Morricone imzalı bir soundtrack eşliğinde western havasını soluyan usta oyuncu kadrosuyla bir Quentin Tarantino filmi. Beklenti çıtası yüksekti.



Filmin açılış sekansıntan itibaren sinematografisiyle takdiri hak ettiğini belirtmem gerek. Bir başına, karlarla kaplanmış ve çoktan unutulup gitmiş Hz. İsa tasvirinin hemen ardından puslu Wyoming dağlarında orman bir çerçeve görevi görürken muhteşem atların bata çıka ama yine de asaletten ödün vermeden yürüyerek oluşturdukları özneyle her şey başlıyor ve filmin sanatsal değeri gittikçe artıyor. Filmin ilk yarısının neredeyse her anı yavaş çekimde tekrar tekrar izlemek isteyeceğiniz anlardan oluşuyor. Bu olağanüstü sahneler eşliğinde kendinizi devasa beyaz perdede yaratılan illüzyona kapılırken buluyorsunuz.

12 Angry Men/12 Öfkeli Adam, Dog Day Afternoon/Köpeklerin Günü, Glengarry Glen Ross ve Carnage/Acımasız Tanrı gibi  tamamı ya da büyük bir çoğunluğu tek bir mekanda geçen filmlerde oyuncuların, senaristin ve yönetmenin dehası ortaya çıkıyor. Bu kısıtlama karşısında ancak ustalar hizmet ettikleri izleyici kitlesinin ilgisini çekebilir ve bu ilgiyi uyanık tutabilirler. İçinde bulunan bu şartlarda artık sinema seyircisi de tiyatro seyircisine yaklaşmıştır. Velhasıl, tüm hünerleri gösterme vaktidir. Tarantino'nun bu sekizinci filminin de büyük bir bölümü tek bir mekanda geçiyor: Minnie's Haberdashery.



Hoş, Tarantino'nun çok büyük bir avantajı var: Neredeyse her duruşunu, her bakışını, her mimiğini bildiği oyuncularla karşımıza çıkıyor. Marquis Warren adıyla karabasan gibi zihinlerde yer edecek, altıncı kez yönetmenle bir araya gelen Samuel L. Jackson ve adından bekleneni veren Tim Roth gibi favori oyuncularıyla birlikte ne kadar verimli bir iş çıkarttıklarına şüphe yok.

İşçilikten bahsederken, Kurt Russell'ın noksansız canlandırdığı, Remington 1858 "Cattleman's Carbine" tüfeğini yanından ayırmayan "The Hangman" lakaplı John Ruth'un, adalete teslim etmek üzere o bir türlü ulaşılamayan Red Rock'a götürmeye çalıştığı Daisy Domergue rolüyle Jennifer Jason Leigh'nin adını anmamak büyük bir haksızlık olurdu. Kendini bekleyen kadere ve gördüğü onca şiddete rağmen inatla son ana dek elinden geleni ardına koymayan bu kaçık kadın için son yıllarda izlediğim en tatmin edici kadın karakter çalışması desem yeridir. Öte yandan Walton Goggins de uyanık, çıkarcı, yeri ve zamanı geldiğinde ırkçı (tartışmaya değer) karakteri Chris Mannix'le gittikçe yükselen bir performans ortaya koyuyor. 


Filmin ikinci yarısında o kendinden farklı olana duyulan öfkenin ve nefretin tavan yaptığı o intikam alma anında bizim göremediğimiz ama biraz sonra ansızın (ve illüzyonu bir miktar kırarak) dış sesin, yani Tarantino'nun, bize işaret edeceği gizemli gelişme, filmin seyrini de değiştiriyor. O dakikadan itibaren akla Agatha Christie romanlarını ya da Alfred Hitchcock filmlerini getirecek bir "whodunit" izlemeye başlıyoruz. Böylece Tarantino bir kez daha seyirciyi avucunun içine alıyor ve jenerik akana kadar bırakmıyor.

Diğer yandan, filmde Amerikan tarihine veya genel anlamda kültürüne uzak seyircilerin, kendilerini bir parça "dışarıda" hissetmesi muhtemel, merkezinde ırkçılık yatan politik diyaloglar yer alıyor. Bu filmde hem siyah hem de beyaz adam, birbirlerine hitap ederlerken dahi nefretlerini de kusacak kelimeleri tercih ediyorlar. Arka plandaki kar fırtınası, kan donduran atmosferin tek göstergesi değil.

Yaklaşık üç saatlik filmin (general version'dan bahsediyorum) +18 olmasının birden fazla sebebi var. Önyargı, öfke ve nefretle dolu bu ilgi çekici karakterler, ortalığı kimi zaman artık resmen "blood bath" diyebileceğimiz kadar kana buluyor ve düşmanını an be an yok ederken kahkahalar atıyorlar. Her şey sadece olması gerektiği gibi acımasız. Tüm bu kanlı işleri ekrana layıkıyla yansıtmaya yardım eden ise yönetmenin defalarca çalıştığı ve The Walking Dead'in ekibinde de yer alan efekt uzmanı Greg Nicotero.

Belki de kurgudan daha da ilginç olan ise, bu filmin yapılış öyküsü. Tarantino'nun 1982 yapımı The Thing/Şey'den etkilenerek hayal etmeye başladığı filmi, senaryosu sızdırıldığı için çekmeyi reddettiği ancak daha sonra oyuncuların büyük heyecanı ve Samuel L. Jackson'ın ısrarları sonucu kararını değiştirdiği söyleniyor. Bu sefer ilk etapta kafasına eseni yapmadığı için şanslıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...