Okuduğumuz romanların büyük bir kısmında yıldız baş karakterdir. Sahne onundur. Hep en önemlisi onun ne düşündüğü, ne dediği ve ne yaptığıdır. Ancak bu kitabın yıldızı baş karakteri değil. Margo. Okura, ona vurulan/etkisinde kalanlardan biri olan Quentin'in bakış açısıyla sunulan fikriyle ifade edersek, emrine amade hayranlarıyla, okulun sürüden ayrılan özgür ruhlu popüler kızı. Kitabı bir kere okuduktan sonra illa ki bir yerlerde kullanacağınız "kağıttan kentler" de başkasının değil, onun müthiş tespiti. Özünde Margo, hatırlanma potansiyeli yüksek, kanlı canlı bir karakter ancak fikrinin ne kadar gerçeğiyle örtüştüğünü görmek için kitabı baştan sona okumanız gerekiyor.
Biz yürürken kalabalığın arasında Margo'ya ara sıra bakmaya devam ettim; hızlı, anlık fotoğraflar: Ölümlüler Geçip Giderken, Kusursuzluk Olduğu Gibi Duruyor başlıklı bir fotoğraf sergisi.
Şimdi her şeyi bir yana bırakıp yazarın karakter yaratmadaki takdire şayan başarısından bahsetmek istiyorum. Sadece Margo değil, Quentin'in birlikte çokça vakit geçirdiği arkadaşları - hormonlarıyla başı besbelli dertte olan Ben ve entellektüel birikimiyle göz dolduran Radar - sahici karakterler ve kitabın eğlenceli yapısını temelden destekliyorlar. Söz gelimi bir liseye gitsek, benzerlerine rastlayabiliriz. Bir Amerikan kasabasında bir Amerikan lisesine gitsek büyük olasılıkla rastlarız. Neticede yazarın yazdıklarını deneyimlediği, içinde büyüdüğü ve hala içinde bulunduğu, soluduğu atmosferden ayırmak mümkün değil. Ancak biz zaten milyonlar gibi Amerikan olmadan Amerikan kültürüyle büyüdük ve bu kültürün inkar edilemez etkisiyle yaşıyoruz. Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, okuduğumuz, izlediğimiz her şeyden belli. Bu nedenle okurken aslında hiç yabancılamıyoruz.
İnsanların birbirini pek de sevmediği bizim buralarda (çünkü yapacak daha önemli işlerimiz var) Quentin'in kurduğu bu derin bağlara imrenmemek elde değil. An geliyor arkadaşlarından birinden, arkadaşlıklarından şüpheye düşüyor. Ancak yazar, kitabın sonlarında doğru yaptığı manevrayla aslında şüpheye yer olmadığının altını çiziyor.
Kitap ayrıca bahsetmeden geçilemeyecek derecede edebiyatla dolu. Quentin'in keşfedeceğiniz bir sebeple elinden düşmeyen kah masasında duran kah yatağına konan, hayatının ayrılmaz bir parçası haline gelen Walt Whitman kitabı gibi. Şairin şiirindeki "çimen" metaforu gittikçe hikayenin kendi metaforuna dönüşüyor çünkü Quentin, Margo'ya fiziksel olarak yaklaşmadan önce zihnen yakınlaşmak, onu daha iyi okumak için attığı her adımda aslında kendi özünü de keşfediyor ve içinde bulunduğu duruma anlam vermeye başlıyor. İlk başlarda anlamsız gelen "çimen" dev yapbozun parçaları tamamlandıkça anlamına kavuşuyor.
AŞAĞIDAKİ KISIM SPOILER İÇERİYOR.
Şimdi gelin kitabı tadını çıkartmak için biraz daha derinlere inelim.
Onca çileden, onca zahmetten, onca uykusuz geceden sonra kavuşulan Margo'dan bahsedelim. Fikri ve gerçeğiyle. Tüm kitap boyunca, "güvenilmez anlatıcımız" bize onu kendi gözüyle gördüğü, kendi hayalinde canlandırdığı şekliyle anlatmıştı. İpuçlarını topladıkça, parçaları birleştirdikçe aslında Margo'nun göründüğünden ne kadar farklı olduğunu ve artık göründüğü gibi olmaktan ne kadar yorulduğunu keşfettik. Hala nefes alıyor mu yoksa çoktan bir ağacın altında tıpkı o birlikte buldukları adam gibi ardında kabuğunu bırakarak bu diyardan ayrılmış mı diye merak ettik. Quentin, tüm yol boyunca elimizden tuttu. Tüm yol boyunca hayalinde yarattığı Margo ile aslında yeni yeni tanımaya başladığı Margo arasında gidip geldi, zihnindeki karmaşa sayfalardan taştı ve bize de bulaştı. Sonunda aradığını bulduğunda ise... Her şey hayal ettiği/ettiğimiz gibi miydi?
Margo bulunduğunda, hikayenin doruk noktasında, o aydınlanma anında aslında hisleri, iç dünyası Quentin'in kafası kadar karışıktı. Çekip gitmenin özlemiyle yanıp tutuşmuş, sonunda tüm ayrıntılı planlarına rağmen ansızın herkesi ve her şeyi (sonradan özleyeceklerini) ardında bırakıp içindeki o ihtiyacı karşılamak için gitmiş olsa da anlatmaya, açıklamaya içten içe gönüllü. Belki kilisede bir günah çıkartma ayini gibi. "Beni affet," demek istedikleri var ve ilgisiz ebeveynlerinin gözetiminde yaşamış, hayatını sığlığından emin olduğu uğraşlarla yine sığlığından emin olduğu sıfatları kazanmak için yaşamış, kendi tabiriyle bu kağıttan kentte yaşayan kağıttan kızın aslında istediği özünde "anlaşılmak". Geride bıraktığı şiir kitabında geçen bir dize gibi.
Sonra Margo'nun elinde bir Sylvia Plath kitabı görüyoruz. O, intiharı dün seçmediği gibi yarın da seçmeyecekti. İntihar, hayatın kendi gözüyle gördüğü, kendi ruhunda hissettiği anlamsızlığına, absürtlüğüne boyun eğmek olurdu. Evet, pes ediyorum demekti. Margo ise pes etmemek için belki de kaçmayı, yeni bir yerde yeni bir başlangıç yapmayı tercih etmişti yolun başında. Tüm dengesizliğine, tüm saçmalığına rağmen, kağıttan bir kıza dönüşmüş olsa da bu hayatı yaşamak istiyordu çünkü alternatifinin daha iyi olacağını, bir şeyleri sonunda çözüme kavuşturacağını hiç sanmıyordu. Bu nedenle elindeki kitaptan okuduğu alıntıyla kendini ifade etmeye çalışmıştı.
Ardından gelen kitabın belki de en çarpıcı anı, Margo'nun tırnaklarını toprağa geçirdiği, toprağı kendini adayarak avuç avuç kazdığı, kendi mezarını kazdığı an. İçine gömdüğü defteri, defter formundan çıkıyor artık o noktada, çok daha fazlasına, çok daha farklısına dönüşüyor. Bir zamanlar yaşadıkları, bir zamanlar düşündükleri, bir zamanlar olduğu ve olmasını hayal ettiği her şey. Tüm o planlar, tekrar tekrar yazılan hatta kimse okuyamasın diye "çapraz yazılan" sözcükler. Kendi "fikri". Sonra bu görevde de gönüllü ortağı Quentin'le birlikte kazmaya devam ediyorlar. Toprağın içine gömülen defterle, John Green aslında tüm o fikri gömdürüyor. Artık okuyucu da gerçekle, o ilk başlarda sunulan, çok daha parlak, çok daha "larger than life" fikrin ayrımını acı çekerek, bin bir zorluktan geçerek o ana ulaşan, o anı yaşayan Quentin gibi idrak edebiliyor.
SPOILER İÇEREN KISIM BİTTİ.
Kitaplar, insana insan olduğunu hatırlatır. Kitaplar, insana insanı anlamayı öğretir. Bir de kitaplar, bizi içimize döndürür, hislerimize tercüman olur. "İşte bu!" dersin okurken, "tam da bu işte." Tıpkı Margo'nun Sylvia Plath'e tutunduğu gibi tutunursun bazen... Bu kitabı okurken birçok kez hissettiğim şeylerin tercümanı oldu John Green. Kitabımın birçok sayfası işaretli, çizili, boyalı. İşte bu nedenle de benim için saklanacak, bir başka zaman en az bir kez daha okunacak kıymetli bir metin.
Puan: 5
İnsanların birbirini pek de sevmediği bizim buralarda (çünkü yapacak daha önemli işlerimiz var) Quentin'in kurduğu bu derin bağlara imrenmemek elde değil. An geliyor arkadaşlarından birinden, arkadaşlıklarından şüpheye düşüyor. Ancak yazar, kitabın sonlarında doğru yaptığı manevrayla aslında şüpheye yer olmadığının altını çiziyor.
Kitap ayrıca bahsetmeden geçilemeyecek derecede edebiyatla dolu. Quentin'in keşfedeceğiniz bir sebeple elinden düşmeyen kah masasında duran kah yatağına konan, hayatının ayrılmaz bir parçası haline gelen Walt Whitman kitabı gibi. Şairin şiirindeki "çimen" metaforu gittikçe hikayenin kendi metaforuna dönüşüyor çünkü Quentin, Margo'ya fiziksel olarak yaklaşmadan önce zihnen yakınlaşmak, onu daha iyi okumak için attığı her adımda aslında kendi özünü de keşfediyor ve içinde bulunduğu duruma anlam vermeye başlıyor. İlk başlarda anlamsız gelen "çimen" dev yapbozun parçaları tamamlandıkça anlamına kavuşuyor.
AŞAĞIDAKİ KISIM SPOILER İÇERİYOR.
Şimdi gelin kitabı tadını çıkartmak için biraz daha derinlere inelim.
Onca çileden, onca zahmetten, onca uykusuz geceden sonra kavuşulan Margo'dan bahsedelim. Fikri ve gerçeğiyle. Tüm kitap boyunca, "güvenilmez anlatıcımız" bize onu kendi gözüyle gördüğü, kendi hayalinde canlandırdığı şekliyle anlatmıştı. İpuçlarını topladıkça, parçaları birleştirdikçe aslında Margo'nun göründüğünden ne kadar farklı olduğunu ve artık göründüğü gibi olmaktan ne kadar yorulduğunu keşfettik. Hala nefes alıyor mu yoksa çoktan bir ağacın altında tıpkı o birlikte buldukları adam gibi ardında kabuğunu bırakarak bu diyardan ayrılmış mı diye merak ettik. Quentin, tüm yol boyunca elimizden tuttu. Tüm yol boyunca hayalinde yarattığı Margo ile aslında yeni yeni tanımaya başladığı Margo arasında gidip geldi, zihnindeki karmaşa sayfalardan taştı ve bize de bulaştı. Sonunda aradığını bulduğunda ise... Her şey hayal ettiği/ettiğimiz gibi miydi?
Margo bulunduğunda, hikayenin doruk noktasında, o aydınlanma anında aslında hisleri, iç dünyası Quentin'in kafası kadar karışıktı. Çekip gitmenin özlemiyle yanıp tutuşmuş, sonunda tüm ayrıntılı planlarına rağmen ansızın herkesi ve her şeyi (sonradan özleyeceklerini) ardında bırakıp içindeki o ihtiyacı karşılamak için gitmiş olsa da anlatmaya, açıklamaya içten içe gönüllü. Belki kilisede bir günah çıkartma ayini gibi. "Beni affet," demek istedikleri var ve ilgisiz ebeveynlerinin gözetiminde yaşamış, hayatını sığlığından emin olduğu uğraşlarla yine sığlığından emin olduğu sıfatları kazanmak için yaşamış, kendi tabiriyle bu kağıttan kentte yaşayan kağıttan kızın aslında istediği özünde "anlaşılmak". Geride bıraktığı şiir kitabında geçen bir dize gibi.
Sonra Margo'nun elinde bir Sylvia Plath kitabı görüyoruz. O, intiharı dün seçmediği gibi yarın da seçmeyecekti. İntihar, hayatın kendi gözüyle gördüğü, kendi ruhunda hissettiği anlamsızlığına, absürtlüğüne boyun eğmek olurdu. Evet, pes ediyorum demekti. Margo ise pes etmemek için belki de kaçmayı, yeni bir yerde yeni bir başlangıç yapmayı tercih etmişti yolun başında. Tüm dengesizliğine, tüm saçmalığına rağmen, kağıttan bir kıza dönüşmüş olsa da bu hayatı yaşamak istiyordu çünkü alternatifinin daha iyi olacağını, bir şeyleri sonunda çözüme kavuşturacağını hiç sanmıyordu. Bu nedenle elindeki kitaptan okuduğu alıntıyla kendini ifade etmeye çalışmıştı.
Ardından gelen kitabın belki de en çarpıcı anı, Margo'nun tırnaklarını toprağa geçirdiği, toprağı kendini adayarak avuç avuç kazdığı, kendi mezarını kazdığı an. İçine gömdüğü defteri, defter formundan çıkıyor artık o noktada, çok daha fazlasına, çok daha farklısına dönüşüyor. Bir zamanlar yaşadıkları, bir zamanlar düşündükleri, bir zamanlar olduğu ve olmasını hayal ettiği her şey. Tüm o planlar, tekrar tekrar yazılan hatta kimse okuyamasın diye "çapraz yazılan" sözcükler. Kendi "fikri". Sonra bu görevde de gönüllü ortağı Quentin'le birlikte kazmaya devam ediyorlar. Toprağın içine gömülen defterle, John Green aslında tüm o fikri gömdürüyor. Artık okuyucu da gerçekle, o ilk başlarda sunulan, çok daha parlak, çok daha "larger than life" fikrin ayrımını acı çekerek, bin bir zorluktan geçerek o ana ulaşan, o anı yaşayan Quentin gibi idrak edebiliyor.
SPOILER İÇEREN KISIM BİTTİ.
Kağıttan evlerinde yaşayan bütün şu kağıttan insanlar, kendilerini ısıtmak için geleceği yakıyorlar.
Kitaplar, insana insan olduğunu hatırlatır. Kitaplar, insana insanı anlamayı öğretir. Bir de kitaplar, bizi içimize döndürür, hislerimize tercüman olur. "İşte bu!" dersin okurken, "tam da bu işte." Tıpkı Margo'nun Sylvia Plath'e tutunduğu gibi tutunursun bazen... Bu kitabı okurken birçok kez hissettiğim şeylerin tercümanı oldu John Green. Kitabımın birçok sayfası işaretli, çizili, boyalı. İşte bu nedenle de benim için saklanacak, bir başka zaman en az bir kez daha okunacak kıymetli bir metin.
Puan: 5
Bu kitap hakkında ağır sporiler a ihtiyacım var. kız neden şehirden uzaklaştı, çocuk onu bulduğunda neden tekrar bırakıp gitti? Neden otobüse binip okula döndü çocuk? margo tek başına paper towns da ne yapıyor? Tekrar nasıl görüşecekler? Görüşecekler mi? Kızın aklındaki tam olarak ne
YanıtlaSil