Ekran Başında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekran Başında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Aralık 2018 Pazar

Ekran Başında: Light as a Feather

Ölüyor, ölüyor, öldü.

Light_as_a_Feather


Hulu'nun bu seneki Cadılar Bayramı öncesi izleyicilerine sunduğu Light as a Feather'ı aslında yeni kitaplara göz attığım sırada keşfettim; iki ay önce Simon Pulse tarafından piyasaya sürülen kitabın kapağında artık bir dizi uyarlamasına sahip olduğunu belirten bir yazı vardı. Aslında popüler bir Wattpad öyküsü olduğunu öğrendiğim kitaptan uyarlanan bu dizinin bütün bölümlerini izledim ve şimdi size anlatmak istediklerim var. Fakat sanırım diziye geçmeden önce adına değinmem daha doğru olacak. Çünkü öyküye adını veren ve temelini oluşturan "light as a feather, stiff as a board", bizim bildiğimiz bir oyun değil. 

Buralardan çok uzakta yaşayan çocukların oynadığı bu oyunda, mümkünse sadece mumla aydınlatılan bir odada bir kişi yere uzanıyor, diğer herkes etrafına toplanarak "büyülü sözleri" söylenmeye başlıyor: "Light as a feather, stiff as a board". Türkçesiyle "tüy kadar hafif, kalas gibi kaskatı" derken aslında ölü gibi kaskatı, ruh kadar hafif demek istiyorlar. Böylelikle yerde ölü gibi kıpırtısız yatan arkadaşlarını havaya kaldırmayı amaçlıyorlar. 

Çılgınca, değil mi?

İşte yukarıda gördüğünüz karedeki liseli kızlar Cadılar Bayramı gecesi bir mezarlıkta bu oyunu oynuyorlar ama bir farkla; anlatıcı tarafından nasıl ölecekleri tarif ediliyor ve sonra... 

Pekala, konuya baştan başlayalım.

Weeping Willow Lisesi'ne yeni bir öğrenci geliyor (evet, genelde böyle başlar zaten) ve Cadılar Bayramı dolayısıyla erkek arkadaşına tatsız bir şaka yapmak isteyen zengin ve popüler kız Olivia'nın şakası, yeni öğrenci Violet'ın suratında patlıyor.  Hedefi şaşan bu tatsız sürprizin isteri krizine soktuğu Violet'ı gören Olivia'nın yakın arkadaşı McKenna kızın haline acıyor ve ona yardım etmek için kolları sıvıyor. Hemen ardından işi bir adım daha ileri götürerek Violet'ı arkadaş grubunun her sene düzenlediği küçük, özel partiye davet ediyor. Bu geleneksel buluşma, Cadılar Bayramı'na yakışır bir şekilde korkunç bir şeyler yapmayı kapsıyor. Yeni kız Violet, onlara şu yukarıda bahsettiğim oyunu oynamayı öneriyor. Diğerleri, elbette sadece bir çocuk oyunu olduğunu düşündüklerinden ilkin bu fikre sıcak bakmıyorlar. Ancak Violet oyuna bambaşka ve karanlık bir boyut kazandırıyor. McKenna hariç gruptaki bütün kızların nasıl öleceklerini bir bir anlatıyor ve tahmin edeceğiniz üzere kısa süre içinde arkadaş grubundan biri ölüyor. Evet, spoiler vermemek için kendimi frenliyorum.

Light_as_a_Feather_Hulu

İşte bu ani ölüm, tam da Violet'ın anlattığı şekilde gerçekleşiyor. Violet'ın, ölüme yol açan trafik kazası esnasında ölen kızın bulunduğu arabanın radyosunda çalan şarkıyı dahi doğru tahmin ettiği keşfediliyor. Sadece bir oyun olduğunu düşündüklerinde dahi epey gerilen kızlar, bir anda yakın arkadaşlarını kaybettiklerinde ve parçaları birleştirmeye başlayıp sıranın kendilerine geleceğini düşünmeye başladıklarında her şey için çok geç oluyor. Violet tüm o "iyi kız" numaraları ve sinsice uyguladığı şeytani planlarıyla hayatlarını çoktan altüst etmiş oluyor.

9 Ekim 2017 Pazartesi

Ekran Başında: Atlanta: 1. Sezon

Seneler önce Childish Gambino dinlerken aynı adamın bir gün bambaşka bir araçla harikalar yaratacağını hiç düşünmemiştim doğrusu. Hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin alkışladığı Atlanta hakkında düşündüklerimden bahsetmenin sırası geldi. 


Geride bıraktığımız sene yaklaşık otuzar dakikalık on bölümle seyirci karşısına çıkan Atlanta, Altın Küre ve Emmy dahil olmak üzere onlarca ödül kazanmış bir televizyon harikası.  Dizi, adından anlaşılacağı üzere Atlanta, Georgia'da geçiyor ve bir grup sıradan insanın ortak hikayesine odaklanıyor. Her ne kadar yaratıcısı ve başrolü Donald Glover'ın (Childish Gambino) canlandırdığı Earnest "Earn" Marks'ın parasızlık, ailevi sorunlar ve yine parasızlık ekseninde yaşadıklarını büyük bir ilgiyle takip etsek de uyuşturucu satıcılığından Atlanta Hip-Hop sahnesine transfer olan Alfred Miles/Paper Boi rolüyle Brian Tyree Henry de iyi bir iş çıkartıyor. Alfred, sağ kolu ve suç ortağı Darius (LaKeith Stanfield) ile birlikte sabahtan akşama kadar kafayı bulmak ve konsol oyunları oynamaktan hoşlanıyor ancak böyle bir yaşam tarzını sürdürmek hiç de kolay değil! Bu noktada onu, hem yasal olana (rap) hem de yasa dışı olana (uyuşturucu) yönelirken yaşadığı sıra dışı, gülünç, tuhaf olayların merkezinde buluyoruz. Earn ise kuzeni Alfred'in müzik camiasında kendine bir yer edinmeye çalıştığını öğrendiğinde menajeri olmak istiyor ancak önce kendini kanıtlaması gerekiyor. 

Dizi, kahkahalar eşliğinde izlenecek sahnelerin yanı sıra, bir türlü dikiş tutturamayan sıradan adamın bitmek bilmeyen savaşını da başarıyla yansıtıyor. Üstelik sahneler akarken sadece göze değil kulağa da hitap etmeyi ihmal etmiyor. Kendinizi, Paper Boi'un saçmalık düzeyinde eğlenceli çıkış şarkısına eşlik ederken ya da dans ederken bulabilirsiniz. Muhtemelen diziyi izlerken bir yandan da soundtrack'inin peşine düşeceksiniz. Bu arada Earn'ü, sağlam indie gruplardan Beach House'u dinlerken görmek (ve duymak) da tatlı bir sürprizdi doğrusu. Sanırım karakterle aramızda kurulan bağın sebeplerinden biri de buydu. Müzik, bunu hep yapar.

16 Aralık 2016 Cuma

Ekran Başında: Yuri!!! on Ice

Yirmi üç yaşındaki Yuri Katsuki'nin hayatta önemsediği tek şey, artistik buz pateninde dünyanın en iyisi olmak... eh, bir de çocukluktan beri hayranı olduğu Rus şampiyon Victor Nikiforov var.




Sayo Yamamoto'nun yönettiği ve Mitsurō Kubo'nun yazdığı ユーリ!!! on ICE/Yuri!!! on Ice, eski sporcu Kenji Miyamoto'nun koreografisiyle buzda can buluyor. Zarif, enerjik, tutkulu sporcuların şampiyonalardaki performanslarını izlemek büyük bir keyfe dönüşüyor. Yuri her ne kadar altın madalyaya odaklanmış olsa da anime sadece onun bir sporcu olarak performansına odaklanmıyor. Bir hayal kırıklığının ardından sporu bırakma noktasına yaklaşan Yuri'nin büyük, belki de en büyük hayranı olduğu Viktor, ona hayatını sonsuza dek değiştirecek bir sürpriz yapıyor. Viktor, internette olay yaratan bir  videoda buzda kendisini neredeyse birebir taklit etmeyi başaran Yuri'yi gördüğünde çat kapı Japonya'ya gidiyor ve kendini Yuri'nin yeni antrenörü ilan ediyor. Böylece aralarında zamanla kurulacak güçlü bağın ve gelişecek derin sevginin temeli atılmış oluyor. O ana kadar romantik ilişkilere hiç kafa yormamış Yuri, Viktor'la yaşadıkları doğrultusunda sevginin ne demek olduğunu öğreniyor. Keşfettikleriyle birlikte hem bir birey hem de bir sporcu olarak gelişiyor.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Ekran Başında: The Conjuring 2

Son seans. Şaşırtıcı derecede kalabalık bir salon. Seyirciyi daha ilk andan avucunun içine alan The Conjuring 2/Korku Seansı 2



Patrick Wilson ve Vera Farmiga'nın başrolleri paylaştığı,  James Wan imzalı serinin ilk filmi The Conjuring/Korku Seansı, sinemada izlediğim bir film değildi. Kendi evinin, kendi odanın sunduğu konforda bile seni tüyler ürperten bir olaylar zincirine sürükleyen, zaman zaman en ufak bir ses, en ufak bir hareketle sarsan bir yapımdı. Aynı kemik kadroyla çekilen devam filmini ise açılış gününde bir sinema salonunun son seansında izledik ve hem görsel hem işitsel destekle hikayenin etkisi bir kat daha artmış oldu. Filmin en büyük kozu, açılış sekansından başlayarak neredeyse hiç düşmeyen temposuydu. 70'leri yansıtan kostüm tercihleri ve makyaj ustalığı atmosferi olumlu yönde etkiliyordu. Vera Farmiga'nın Patrick Wilson'la kimyası ve genel hatlarıyla başarılı bulduğum oyunculuğu da filmi bir adım öteye taşıyordu. Ancak yer yer CGI'ın plastik hissi ve kimi ucuz trickler illüzyonu kırıyordu.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Ekran Başında: The Hateful Eight

Vaat edilen belliydi. Ennio Morricone imzalı bir soundtrack eşliğinde western havasını soluyan usta oyuncu kadrosuyla bir Quentin Tarantino filmi. Beklenti çıtası yüksekti.



Filmin açılış sekansıntan itibaren sinematografisiyle takdiri hak ettiğini belirtmem gerek. Bir başına, karlarla kaplanmış ve çoktan unutulup gitmiş Hz. İsa tasvirinin hemen ardından puslu Wyoming dağlarında orman bir çerçeve görevi görürken muhteşem atların bata çıka ama yine de asaletten ödün vermeden yürüyerek oluşturdukları özneyle her şey başlıyor ve filmin sanatsal değeri gittikçe artıyor. Filmin ilk yarısının neredeyse her anı yavaş çekimde tekrar tekrar izlemek isteyeceğiniz anlardan oluşuyor. Bu olağanüstü sahneler eşliğinde kendinizi devasa beyaz perdede yaratılan illüzyona kapılırken buluyorsunuz.

12 Angry Men/12 Öfkeli Adam, Dog Day Afternoon/Köpeklerin Günü, Glengarry Glen Ross ve Carnage/Acımasız Tanrı gibi  tamamı ya da büyük bir çoğunluğu tek bir mekanda geçen filmlerde oyuncuların, senaristin ve yönetmenin dehası ortaya çıkıyor. Bu kısıtlama karşısında ancak ustalar hizmet ettikleri izleyici kitlesinin ilgisini çekebilir ve bu ilgiyi uyanık tutabilirler. İçinde bulunan bu şartlarda artık sinema seyircisi de tiyatro seyircisine yaklaşmıştır. Velhasıl, tüm hünerleri gösterme vaktidir. Tarantino'nun bu sekizinci filminin de büyük bir bölümü tek bir mekanda geçiyor: Minnie's Haberdashery.



Hoş, Tarantino'nun çok büyük bir avantajı var: Neredeyse her duruşunu, her bakışını, her mimiğini bildiği oyuncularla karşımıza çıkıyor. Marquis Warren adıyla karabasan gibi zihinlerde yer edecek, altıncı kez yönetmenle bir araya gelen Samuel L. Jackson ve adından bekleneni veren Tim Roth gibi favori oyuncularıyla birlikte ne kadar verimli bir iş çıkarttıklarına şüphe yok.

İşçilikten bahsederken, Kurt Russell'ın noksansız canlandırdığı, Remington 1858 "Cattleman's Carbine" tüfeğini yanından ayırmayan "The Hangman" lakaplı John Ruth'un, adalete teslim etmek üzere o bir türlü ulaşılamayan Red Rock'a götürmeye çalıştığı Daisy Domergue rolüyle Jennifer Jason Leigh'nin adını anmamak büyük bir haksızlık olurdu. Kendini bekleyen kadere ve gördüğü onca şiddete rağmen inatla son ana dek elinden geleni ardına koymayan bu kaçık kadın için son yıllarda izlediğim en tatmin edici kadın karakter çalışması desem yeridir. Öte yandan Walton Goggins de uyanık, çıkarcı, yeri ve zamanı geldiğinde ırkçı (tartışmaya değer) karakteri Chris Mannix'le gittikçe yükselen bir performans ortaya koyuyor. 


Filmin ikinci yarısında o kendinden farklı olana duyulan öfkenin ve nefretin tavan yaptığı o intikam alma anında bizim göremediğimiz ama biraz sonra ansızın (ve illüzyonu bir miktar kırarak) dış sesin, yani Tarantino'nun, bize işaret edeceği gizemli gelişme, filmin seyrini de değiştiriyor. O dakikadan itibaren akla Agatha Christie romanlarını ya da Alfred Hitchcock filmlerini getirecek bir "whodunit" izlemeye başlıyoruz. Böylece Tarantino bir kez daha seyirciyi avucunun içine alıyor ve jenerik akana kadar bırakmıyor.

14 Ocak 2016 Perşembe

Alan Rickman'a Veda



"Seksen yaşına gelip sallanan sandalyemde oturduğumda Harry Potter okuyacağım," demişti, "ve ailem bana, 'Bunca zaman sonra, öyle mi?' diye soracak ve ben de, 'Daima' diyeceğim."

Elveda Alan Rickman
Beyaz perdede bıraktığın anılar için minnettar kalacağız.
Daima.

9 Kasım 2015 Pazartesi

Ekran Başında: Spectre

Benim için 007, 2006'da anlam kazandı. Tanrı biliyor ki Pierce Brosnan'a katlanamıyordum. Casino Royale'i izledikten sonra ise artık bu daha insani, daha gerçekçi, en önemlisi de çok daha iyi temsil edilen ajanı sevmeye başlamıştım. 2008'deki Quantum of Solace'ın hikaye örgüsü geri planda kalıp aksiyon dozu artınca bile umudumu yitirmedim. Geriye dönüp baktığımda filmin kötü adamını bile hatırlayamıyordum ki Bond kötülerinin varoluş amacı akılda yer etmektir. Öte yandan 2012'deki Skyfall'u çıkar çıkmaz izlemeye gittiğimde ise yerimde duramıyordum. Zira Bond, her gün şehrime gelmiyordu. İngiltere'de ilk hafta sonu itibarıyla gişede bir rekora imza atan Spectre'ı da dün gece Ataköy'deki bir sinema salonunda büyük beklentilerle izledim. Çünkü Daniel Craig ve Sam Mendes çıtayı iyice yükseltmişti ve daha azıyla yetinecek değildim. Şimdiyse bu satırları yazarken her şeyi bir kez daha düşünüyorum. 



Öncelikle bu filmin kötü adamını Christoph Waltz ete kemiğe büründürüyor. Beni Tarantino'nun Django Unchained'i ve Polanski'nin Carnage'ında oyunculuğuyla büyüleyen Waltz'ın kadroda yer alması kesinlikle haneye yazılan artı bir puan diye düşünmüştüm. Fakat... İnsan ister istemez şu ana kadar sarışın Bond'un karşısında gördüğü kötüleri şöyle bir düşünmeden edemiyor. 2002'de Wilbur Wants to Kill Himself ile tanıştığım Mads Mikkelsen'ın sessiz, sakin, derinden psikopatı Le Chiffre. Sonra 1992'de çektiği Jamón Jamón'dan başlayarak neredeyse tüm filmlerini izlediğim muhteşem Javier Bardem'in bir anı bir anına tutmayan, "her şeyin bir ilki vardır" Raoul Silva'sı. Pekala. Waltz'ın Blofeld'ı en azından kurgu açısından iddialı demeliyiz. Çünkü...

[Spoiler geliyor. Dikkat.]

"Benimle birçok kez karşılaştın ama beni hiç görmedin."

Hikayeye göre şu ana kadar Craig'in canlandırdığı tüm Bond filmlerinde karşılaştığımız kötü adamlar aslında Blofeld'in emrindeymiş ve tüm amaç Bond'un hayatını mahvetmek ve tabii ki... Dünyanın kontrolünü ele geçirmekmiş. World domination, baby. İşe bu yönüyle film ilginç bir hal alıyor. Yılanın başı Spectre, tüm kötülüklerin temelinde yatıyor.

Blofeld, şu ana kadar toplam altı Bond filminde yer aldığından aslında Waltz'un elinde bir dünya materyal bulunuyordu.

[Spoiler bitti.]

Spectre, klasik Bond formülü üstünden giderek gözlere hitap ediyor. O halde, gelelim filmin en sevdiğim sahnesine.

Day of the Dead, Meksika.

Bana soracak olursanız Sam Mendes ve tüm ekibi filmin açılışıyla ayakta alkışlanmayı hak ediyor.

Meksika'daki "Day of the Dead" festivalinde kurukafa maskesi ve onunla uyumlu iskelet kostümüyle karşımıza çıkan Bond, festival katılımcılarının ve göstericilerin arasında kolunda hoş bir hatunla ilerlerken tek kelimeyle muhteşemdi. O korkunç güzel maskesiyle yüzünü gizlerken bile karizmatik ve seksi olmayı başarmak da ancak Bond canonundan beklenilebilecek bir şeydi.



Kostümlerinden makyajlarına dek tek tek hazırladıkları sekiz yüz kişiyle çektikleri bu harikulade açılışın, şu ana kadar izlediğim tüm Bond filmleri arasında belki de yıllar sonra hatırlayacağım ilk üç sahneden biri olacağına hiç şüphe yok. Bu sahneyi izlerken ne kadar eğlendiğimi tahmin edebilirsiniz. Sonrasında takım elbisesi ve mühendislik harikası silahıyla pencereden dışarı çıkıp aksiyona daldığında ise gülmeden edemedim. İşte Mr. Bond böyledir. 

Aslında bakılırsa filmin büyük bir bölümünü bu hissiyat eşliğinde izledim. 

Ancak...

23 Şubat 2015 Pazartesi

Ekran Başında: Death Parade

Balayındaki Takashi ve Machiko trafik kazası geçirince kendilerini Quindecim isimli bir barda buluyorlar. Olanları hatırlamadıkları gibi içinde bulundukları ortama ve onlara "ölümüne oynamaları" gereken bir oyun seçtiren donuk bakışlı barmene de pek bir anlam veremiyorlar. İlk tepkileri saçma sapan konuştuğunu düşündükleri bu son derece ciddi görünüşlü adamdan uzaklaşıp barı terk etmek oluyor. Fakat bu imkanlar dahilinde değil. Sonunda biraz korkudan, çoğunlukla da çaresizlikten oyunu oynamayı kabul ediyorlar.

İşte Death Parade böyle başlıyor.



Japonya'da 9 Ocak'ta yayınlanan çarpıcı ilk bölümün hemen ardından tüm bunların neden yapıldığını, oyunun amacının ne olduğunu açıklamaya, kafalardaki bazı soruları cevaplamaya başlıyorlar. Besbelli bir tür araf olan bölgede ölen insanların gerçek yüzlerini görmemiz sağlanıyor. Sırların nasıl ortaya döküleceğinin, nasıl yüzeydeki görüntünün yerle bir olup gerçeklerin ortaya serileceğinin ustalıkla işlendiğini daha önce de sanatın birçok dalında görmüştük. Bu animede de aynı yoldan giderek ilgiye değer bir kurgusal zemin hazırlanmış.


Karakterlere gelecek olursak, ilk olarak bizi karşılayan Decim'e değinmemiz gerekir.

Çarpıcı koleksiyonunun ve örümcek ağlarının da etkisiyle Decim'in serinin en çok merak uyandıran karakteri olduğunu söyleyebiliriz. Sağı solu belli olmayan ve Decim'e her fırsatta patronu olduğunu belli eden Nona da bölümler ilerledikçe bizi yeni karakterlerle tanıştırıyor ve olan bitenle ilgili en çok bilgiyi de aslında onun sayesinde öğreniyoruz. Yani bir işe yarıyor! Hafızasını kaybetmesine rağmen bara geldiğinde ölü olduğunun farkında olan tek insan olarak Decim'in yardımcısı olmaya hak kazanan "siyah saçı kadın" gibi karakterler de var ki gizem dozunu iyice artırıyorlar.

15 Ocak 2015 Perşembe

Ekran Başında: Brynhildr in the Darkness

Lynn Okamoto'nun Gokukoku no Brynhildr/Brynhildr in the Darkness'ından uyarlanan on üç bölümlük anime serisi, cadı denilen ama cadıdan çok süper güçleri olan insanlara benzeyen kızların ve bu kızlardan özellikle birini kurtarmak için canını ortaya koyan liseli bir gencin yaşadıklarına odaklanan, yer yer duygusal yer yer komik ama daima aksiyon dolu bir seyirlik.



2014'te bir öğle vakti NHK World izlerken denk geldiğim animeyi sonunda tam manasıyla keşfettim. Fotojenik hafızası olan Ryouta Murakami'nin bir kazada yitirdiği ve unutamadığı çocukluk arkadaşı Kuroneko'nun birebir kopyası olan Neko Kuroha ile tanışmasıyla başlıyor her şey. Neden bu kadar benziyor, yoksa o mu, değil mi derken kendini bu kızın ve arkadaşlarının hayatının ayrılmaz bir parçası olarak buluveriyor. Artık onlar için yapmayacağı bir şey kalmıyor ve defalarca kendini tehlikeye atıyor. Buraya kadar gayet ilgi çekici bir bilim kurgu/gerilim serisi gibi duruyor, değil mi? Üstüne bir de (onuncu bölümde death metal'imsi bir şeyle değiştirilmeden önceki) muhteşem açılış müziğini ekleyin. Güzel. Ancak beğenmediğim yönleri de var.

8 Ocak 2015 Perşembe

Anime: İzlemek İstediğim Seriler

Şu anda Gin no Saji/Silver Spoon isimli, şehirli bir çocuğun bildiği ve alıştığı her şeyden kaçıp kendisine tamamıyla yabancı bir konsepti olan tarım ve hayvancılık okuluna yazılmasıyla başlayan, izleyicisini çoğunlukla güldürmeyi ve eğlendirmeyi amaçlayan bir seriyi izliyorum. Ancak izlemek istediğim serilerden oluşan liste de sürekli büyüyor. 

İşte bu yazıda en çok merak ettiğim dört seriden bahsettiğimi göreceksiniz. 

İlk olarak...

Noragami



Yato, tek bir tapınağı bile olmayan küçük tanrılardan biridir. Tapınağına kavuşmak için cep telefonu numarasını bir duvara yazar ve bağış karşılığı insanlar için çalışmaya başlar. 

1 Aralık 2014 Pazartesi

Sivas

Uzun zamandır sinemanın yolunu tutmuyordum çünkü izleyecek film bulmakta zorlanıyordum. Evde oturup siyah beyaz filmleri izlemeyi tercih ediyorum genellikle... Olmazsa, ülkemize uğramayan ya da sadece birkaç kopyayla uğramış gibi yapan bağımsız filmleri izliyorum. Ancak Altyazı'nın son sayısında rastladığım Sivas, beni tekrar sinemaya çekmeyi başardı.

Neyi mi anlatıyor? Karşılık beklemeden duyulan sevgiyi anlatıyor en çok. Burada öyle toz pembe değil her şey, aksine sert ve acımasız. İnsanların hırsını, rekabetçi ve çıkarcı yanını da ortaya koyuyor film.

Büyüme çağındaki Aslan'ın da tıpkı diğer çocuklar gibi en çok etrafındaki büyüklerin etkisinde kaldığını gösteriyor. İyi ya da kötü, birilerini örnek alıyor, küfür ediyor, sigara içiyor ve bir şekilde herkes gibi büyüyor. 


Düşünen insanlar için filmin neredeyse her karesinde ayrı bir anlam var.

"İşe yaramaz artık," dedikleri hayvanları ölüme terk eden insanlar var etrafta. Çünkü bir kullanım değeri kalmıyor gözlerinde. Hayvan da olsa insan da olsa birilerine hizmet ederek değerini belli etmeli ve yaşamayı dahi hak etmeli.

"Köpekse, dövüşecek tabii," deniliyor, dövüşüp sahibine maddi ve manevi getirisi olacak ki varlığını sürdürmeyi hak etsin.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Ekran Başında: Bill Cosby ve Lekelenen Çocukluk Anılarımız

Yazıma hiçbir ünlüye hayran olmadığımı belirterek başlamak istiyorum. Fandom, bana göre bir kavram değil. Genç Marlon Brando'nun dünyanın en güzel ünlüsü olduğunu düşünüyorum. Grace Kelly'nin tepeden tırnağa hoş ve zarif olduğunu düşünüyorum. Ancak bu "fan olmak" değil; bu insanlara hayran değilim. Gözümde kimse idolleşmiyor. Diğer yandan, bir de sevmek var. İster istemez çok sevdiğin filmlerdeki, dizilerdeki oyuncuları da seviyorsun. Bazen biraz, bazen çok. Ya kendine ya çok sevdiğin birine benzetiyorsun. Aynı senin gibi, aynı onun gibi. Sadece yetişkinlik hayatında değil çocukken de bazı ünlüleri sevmiştin. Mesela, Bill Cosby'yi. Büyüdüğünde o çocukluk anılarının lekelendiğini görmek işte bu yüzden berbat bir şey.


12 Ağustos 2014 Salı

Robin Williams'a Veda



Yıllarca madde ve alkol bağımlılığından kurtulamayan ve "Hayatın tadını çıkartmak için içkiye ya da uyuşturucuya ihtiyaç duyuyorsan, yanlış yapıyorsun," diyecek kadar işin bilincinde olan muhteşem aktör Robin Williams, 63 yaşında aramızdan ayrıldı. 

Bu kadar güzel gülen, kendisiyle birlikte milyonları da güldüren bir adamın intihar ettiğini düşünmek zor geliyor ilk başta. Bu sabah bir haber uygulamasında okuduğumda ben de şaşkınlık içindeydim. Daha sonra uzun süredir depresyonda olduğunu ve temmuz ayında rehabilitasyon merkezine yattığını öğrendim. Kim bilir daha bilmediğimiz ne dertleri vardı? Biz onu hep o içimizi ısıtan, kimi zaman güldüren kimi zaman hüzünlendiren ama hep ilham veren karakterleriyle hatırlayacağız. Çocukları için her şeyi yapan Bayan Doubtfire'ı kim unutabilir ya da altın kalpli Patch Adams'ı? Hangi yetişkin Peter Pan'i onun gibi canlandırabilir ya da duyguları olan bir androidi? Huzur içinde yatsın. 

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Ekran Başında: Speak/Konuş Benimle

Dün Laurie Halse Anderson'ın ünlü romanı Speak'in film uyarlamasını izledim. Kitabı bir türlü elime geçiremediğim için -bir ara neredeyse ABD'den getirtecektim- adaptasyonun ne kadar aslına sadık olduğuyla ilgili yorum yapamayacağım fakat birtakım sıkıntıları olsa da izlediğime memnun olduğum filmler arasına girdi.



Kitabın ya da filmin konusuna şöyle bir göz attıysanız, yaşadığı travmatik bir olay sonrası insanlardan uzak duran, içine kapanan ve "konuşamayan" bir karakterin yaşadığı dehşeti, öfkeyi ve yanında gelen bazı duyguları anlatan bir çalışma olduğunu biliyorsunuzdur. Ben de bu kadarını bilerek DVD'yi izlemeye başladım. İlk anda tüm sırlarını ele vermeyen ama hissettiren film, ikinci yarısında tempo kazanıyor ve oyunculuk performansları açısından da iyileşiyor. Belki tüm film boyunca değil ama özellikle kapanış sekansında genç Kristen Stewart'ın performansını beğendim diyebilirim.

28 Haziran 2014 Cumartesi

Ekran Başında: Isshuukan Friends

Anime serisinin orijinal adı 一週間フレンズ。/Isshūkan Furenzu. İngilizce tam tercümesi ise "One Week Friends". Çünkü  Fujimiya-san, garip bir hafıza kaybı nedeniyle sadece bir haftalığına arkadaş edinebiliyor ve her hafta başında arkadaş olduğu kişiyi ve paylaştığı anıları unutuyor.



Fujimiya-san, temelde bu nedenle insanlardan uzak durmayı tercih ediyor. Onu gözlemleyen ve romantik anlamda bir ilişki kurmak isteyen Hase-kun ise görmezden gelindiğinde ve arkadaşlık teklifi reddedildiğinde umudunu yitirmiyor. Zamanla bu tuhaf durumu öğrendiğinde her hafta başı işe sıfırdan başlıyor.

13 Haziran 2014 Cuma

Ekran Başında: Tonari no Seki-kun: The Master of Killing Time

Yirmi bir bölümlük short anime serisi Tonari no Seki-kun: The Master of Killing Time'da derste eğlenmek için akla gelebilecek her şeyi yapan fırlama Toshinari Seki ve onun hemen yanındaki sırada oturup yaptıklarına asla kayıtsız kalamayan Rumi Yokoi ile tanışıyoruz.



Kesinlikle hiçbir dersi dinlemeyen Seki-kun, -anime serisinin İngilizce alt başlığından da anlaşılacağı üzere- tam bir vakit öldürme ustası. Derslerde silgilerle domino oynuyor, go taşlarından yarattığı karakterleri dövüştürüyor, örgü örüyor. Bir türlü derse odaklanamayan ve kimi zaman yüksek sesle verdiği tepkilerle öğretmenlerinden azar işiten Rumi-san da onun yaptıklarını izleyip hayallere dalıyor. Seki-kun, karakteristik bir özellik olarak çok nadiren öğretmenlere yakalanıyor.

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Ekran Başında: Kyoukai no Kanata

Kyoukai no Kanata, Akihito isimli bir liselinin, okul binasının tepesinden atlamak üzere olan Mirai'ı kurtarmaya gitmesiyle başlıyor. Yapma, etme derken de karnına sokulan kılıcın acısıyla kendinden geçiyor. Çünkü Mirai, kanını kılıca dönüştürüp kullanabilen bir savaşçı ve Akihito da avlamakla görevli olduğu Youmu soyundan geliyor.




2012'de Japonya'da light novel'ları basılan ve 2013'de anime yorumuyla izleyicilerin karşına çıkan Kyoukai no Kanata ile Sword Art Online'dan sonra izlemek için bir şeyler aramaya başladığımda karşılaştım. Son zamanlarda sıkı bir takipçisi olduğum Kotaku'da övgüyle bahsedildiğini görünce izlemeye karar verdim. İlk dakikalardan itibaren, gözlüklü kızlara karşı zaafı olan Akihito ile bir savaşçıdan beklenilen hiçbir şeyi sergileyemeyen Mirai'ın, garip ama ilgi çekici bir ikili oluşturduklarını gördüm. Etrafta sürekli atkıyla dolaşan, Akihito'yu deli eden ve kız kardeşine takıntı derecesinde düşkün Hiroomi gibi sıradışı yan karakterler de işi ilginçleştirdi. (Cep telefonu melodisi olarak "Ağabey, seni seviyorum," diyen kız kardeşinin ses kaydını kullanıyor. Gerçekten.)

Akihito'nun youmu soyundan geldiğini söylemiştim. Youmu'lar, sadece fantastik güçleri olan ruhlar dünyası sakinleri tarafından görülen yaratıklar. Fakat Akihito ölümsüz bir yarı-youmu olarak, hem görünüş hem davranış açısından insandan farksız duruyor. Zamanla farklı özellikler taşıyan, insanların arasında yaşayan başka youmu'larla da tanışıyoruz. İnsanların içindeki kötülüklerden doğan türlerin, insanlar var olduğu sürece varlıklarını sürdüreceklerini de öğreniyoruz. İşte bu noktada dünyayı korumak da Mirai gibi savaşçılara düşüyor. Sıradan insanlar bu yaratıkları göremedikleri için söz gelimi lisede normal bir gün yaşanırken savaşçılar farklı bir gerçeklikle baş etmek zorunda kalıyorlar. Yaratılan çok katmanlı dünya merak uyandırıyor.

27 Nisan 2014 Pazar

Ekran Başında: "Sword Art Online"

Zaman zaman izlediklerimden bahsedeceğim "Ekran Başında" isimli kategorinin ilk yazısına hoş geldin.




Birkaç gün önce bir internet sitesinde öncelikle Japonya'da çıkan bir PS Vita oyununun yerelleştirilip batıya getirileceği haberini okumuştum: Sword Art Online: Hollow Fragment. Aynı adı taşıyan popüler anime serisi ise bana tamamıyla yabancıydı. Bir forumda karşıma çıktıktan sonra izlemeye başladım ve topladığı ilgiyi hak eden bir seri olduğunu fark ettim. 



Evvela bilmeyenler ve keşfetmek isteyenler için animenin konusuna değinelim:

Beta testlerine katılan seçilmiş oyunculardan sonra Sword Art Online isimli MMORPG oyunu, kapılarını sadece 10.000 oyuncuya açar. Öyle büyük bir ilgi görür ki bazı oyun severler, günlerce sırada bekleyerek oyuna kavuşurlar. Oyunun en büyük özelliği, bugünlerde yine gündemimizde olan Virtual Reality aygıtlarının aşmış bir versiyonu olan Nerve Gear'dır. Dahili bataryası olan bu kask benzeri cihazı kafana geçirip yatağına uzanırsın ve oyun başlar. Dizinin ilk bölümünde ilk günün heyecanını yaşayan oyuncularla karşılaşıyoruz. Level kasmaya başlayanlar, etrafı gözlemleyenler, arkadaş edinmeye çalışanlar... Fakat ortada yanlış giden bir şeylerin olduğunu keşfetmeleri de uzun sürmüyor: Oyunun "log out" tuşu yok. İşte böylece herkes, oyuna hapsoluyor ve bu garip, tehlikeli macera başlıyor. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...