eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2017 Pazartesi

Ekran Başında: Atlanta: 1. Sezon

Seneler önce Childish Gambino dinlerken aynı adamın bir gün bambaşka bir araçla harikalar yaratacağını hiç düşünmemiştim doğrusu. Hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin alkışladığı Atlanta hakkında düşündüklerimden bahsetmenin sırası geldi. 


Geride bıraktığımız sene yaklaşık otuzar dakikalık on bölümle seyirci karşısına çıkan Atlanta, Altın Küre ve Emmy dahil olmak üzere onlarca ödül kazanmış bir televizyon harikası.  Dizi, adından anlaşılacağı üzere Atlanta, Georgia'da geçiyor ve bir grup sıradan insanın ortak hikayesine odaklanıyor. Her ne kadar yaratıcısı ve başrolü Donald Glover'ın (Childish Gambino) canlandırdığı Earnest "Earn" Marks'ın parasızlık, ailevi sorunlar ve yine parasızlık ekseninde yaşadıklarını büyük bir ilgiyle takip etsek de uyuşturucu satıcılığından Atlanta Hip-Hop sahnesine transfer olan Alfred Miles/Paper Boi rolüyle Brian Tyree Henry de iyi bir iş çıkartıyor. Alfred, sağ kolu ve suç ortağı Darius (LaKeith Stanfield) ile birlikte sabahtan akşama kadar kafayı bulmak ve konsol oyunları oynamaktan hoşlanıyor ancak böyle bir yaşam tarzını sürdürmek hiç de kolay değil! Bu noktada onu, hem yasal olana (rap) hem de yasa dışı olana (uyuşturucu) yönelirken yaşadığı sıra dışı, gülünç, tuhaf olayların merkezinde buluyoruz. Earn ise kuzeni Alfred'in müzik camiasında kendine bir yer edinmeye çalıştığını öğrendiğinde menajeri olmak istiyor ancak önce kendini kanıtlaması gerekiyor. 

Dizi, kahkahalar eşliğinde izlenecek sahnelerin yanı sıra, bir türlü dikiş tutturamayan sıradan adamın bitmek bilmeyen savaşını da başarıyla yansıtıyor. Üstelik sahneler akarken sadece göze değil kulağa da hitap etmeyi ihmal etmiyor. Kendinizi, Paper Boi'un saçmalık düzeyinde eğlenceli çıkış şarkısına eşlik ederken ya da dans ederken bulabilirsiniz. Muhtemelen diziyi izlerken bir yandan da soundtrack'inin peşine düşeceksiniz. Bu arada Earn'ü, sağlam indie gruplardan Beach House'u dinlerken görmek (ve duymak) da tatlı bir sürprizdi doğrusu. Sanırım karakterle aramızda kurulan bağın sebeplerinden biri de buydu. Müzik, bunu hep yapar.

30 Mayıs 2017 Salı

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #32: Hidden Folks




Dünyanın dört bir yanında ses getiren Martin Handford imzalı Where's Wally? serisi (ve türevleri) bu topraklarda da yayımlandı. Hafızamı zorlayıp geçmişe döndüğümde kendimi bir benzeriyle vakit geçirirken görüyorum. Göze ilk bakışta karmakarışık gelen, bir sürü insanın bir sürü şeyle meşgul olduğu hayatın içinden rastgele bir anı resmeden rengarenk bir sayfada itinayla bulmam gerekeni arıyorum. Bu kitabın beni bir süre oyaladığını ve eğlendirdiğini hatırlıyorum. İşte bu sebeple Hidden Folks elinde tuttuğu nostalji kartını karşılaştığımız ilk anda masaya koyuyor.

Kafa kafaya veren iki kişinin (Adriaan de Jongh ve Sylvain Tegroeg) dört kişiden yardım alarak yaptığı bu fevkalade bulmaca oyununda birbirinden farklı ve birbirinden eğlenceli dört bölüm yer alıyor: Orman, Çorak Topraklar, Şehir ve Fabrika. Bilhassa son bulmacasıyla Fabrika epey uğraştırıyor ve bazen gözlerinizi dinlendirmeniz gerekiyor fakat oyundan kopmak da zor. An itibarıyla tüm bölümleri bitirdiğinizde ise önünüze adınızı ve e-posta adresinizi bırakabileceğimiz bir ekran geliyor çünkü oyuna henüz eklenmemiş Şehir ve Fabrika bölümlerine ait üç bölüm daha var. Yeni bölümleri beklerken oyunu bir kez daha oynamak isteyebilirsiniz ki bunun için ana menüye bir sıfırlama tuşu da eklemişler.



Bu siyah beyaz dünyada bulmamız gereken herkesin ve her şeyin apaçık ortalıkta durduğunu ya da göz önünde dolaştığını aklınıza getirmeyin. An geliyor hem insanları hem de nesneleri saklandıkları deliklerden çıkartmamız gerekebiliyor. Bulmamız gereken kişi sokakta kalabalığın arasına karışmış biri de olabilir, ancak birkaç tıklamayla ulaşabileceğimiz, gözlerden uzak bir yerlerde yatan biri de. Nesnelere gelince... rafların, dolapların, çekmecelerin arasında gözden kolaylıkla kaçabilecek ufacık bir objeyi bulmak için harcayacağınız çaba sizi çılgına çevirebilir. Elbette oyunun sunduğu ipuçlarından yola çıkıp bir parça düşünmek başarıya giden en kestirme yol. Üstünde pek durulmamış basit hidden object oyunlarında olduğu gibi görsel içinde rastgele tıklamalar yaparak bölümleri peş peşe atlamak mümkün değil. Hoş, zaten bulmacalar bazen o kadar geniş bir alana yayılıyor ki o çok özel ve çok küçük nesneyi bulana dek ekranda gördüğünüz her şeye tek tek tıklamanız epey vakit alırdı.

9 Nisan 2016 Cumartesi

En Çok Okunan 10 İnceleme

Bugün yayınladığım inceleme yazılarına şöyle bir baktım ve gerçekten çok fazla hit alan yazılar olsa da bazı yazıların hit sayısının henüz iki basamaktayken takılıp kaldığını gördüm. Yıllarını bloglarına adayan blogger'ların da bileceği üzere elbette hit sayısını belirleyen bir takım kriterler var. Bunlar bir yana, işin içine bir de blogumu önce wordpress'te açıp çok daha sonra kısıtlamalardan bunalarak blogspot'a taşımam da giriyor. Yine de blogger'ın sunduğu verilerden yola çıkarak çarpıcı bir sonuç tablosuyla karşı karşıyayız diyebilirim. 



İşte blogger'ın en çok tıkladığınızı iddia ettiği kitap incelemeleri:

22 Mart 2016 Salı

Oyun Günlüğü | The Game Diaries #27: Stardew Valley

Akıl sağlığını korumak için bazen oyunlara sarılırsın.

Eric “ConcernedApe” Barone'un dört senede tamamladığı bağımlılık yaratıcı Stardew Valley, size bu konuda yardımcı olabilir.

Hiç bir Harvest Moon oyunu oynadınız mı? Cevabınız evet ise, Stardew Valley'yi size bilgisayar oyuncuları için tek kişilik dev bir ekibin yarattığı yeni Harvest Moon oyunu olarak tanıtmakta bir sakınca yok. Sahi, bir insan bu ölçekte bir oyunu (A'dan Z'ye kadar her şeyiyle!) bir başına nasıl üretebilir? Öyle ki otuz saat sonra bile oyunun sunabileceklerinin sadece küçük bir kısmını gördüğümü düşünüyorum. 


Modern dünyanın birçok köşesinde neredeyse yok olan değerleri bize anımsatan bu şirin ütopyada sadece dedemizden miras kalan topraklarda ekip biçmiyoruz. Çiftçilik, arıcılık, balıkçılık ve madencilik gibi uğraşlarla bile eğlenceli anlar yaşasak da bununla sınırlı değiliz. Kasabadaki karakterlerle etkileşime geçiyor, arkadaşlıklar kuruyor, sevgili oluyor ve istersek evlenebiliyoruz. Üstelik LGBTQ oyun severler de unutulmamış. Evet, "same sex marriage" bu oyunda mümkün ve gayet ilgi çekici bekarlar var. Oyundaki tüm karakterlerin ayrı birer hikayesi olduğunu, zaman ve bir parça emekle birlikte karakteristik özellikleri, yaşam tarzları ve geçmişlerine dair birçok şeyi öğrenebileceğinizi de ekleyeyim.

30 Ocak 2016 Cumartesi

İnceleme: The Deal

*Düşük dereceli spoiler alarmı.

Off-Campus serisinin ilk kitabında yazar Elle Kennedy, bizi, biri müzik eğitimi alan ve yeteneğiyle burs ödülü almaya çalışan, diğeri ise tarih okuyan ancak tek hayali takımıyla birlikte hokey şampiyonluğuna kavuşmak olan iki hırslı üniversiteli ile tanıştırıyor.



Kitabın başında söze başlayan Hannah, yaşadığı trajik bir olaydan sonraki beş senelik süreçte sadece iki erkeğe karşı bir şeyler hissedebildiğini söylüyor. Birisi onu terk eden eski sevgilisi, birisi ise altı haftadır aynı ortamda bulunduğu halde bir türlü dikkatini çekemediği Justin. Hannah'dan sonra ise söz alma sırası Garrett'a geliyor. Garrett, kızları kolayca etkilemeyi başaran ama hayatında hokeyden başka bir şeye yer açmak istemeyen gri gözlü bir "jock". Üniversite eğitimi bittiğinde profesyonel kariyerine başlayacağından emin ve eğitimi devam ederken tek yapmak istediği de takımıyla birlikte kolej hokeyinde şampiyonluk kupasını kaldırmak. Ancak geçmek zorunda olduğu bir dersten F aldığında bu sıkı sıkıya bağlı olduğu okul takımına veda etmemek için dersi geçen tek kızdan yardım istemek zorunda kalıyor. Karşılığında kıza ne verebileceğini anlaması için ise biraz gözlem yapması yetiyor. İşte böylece iki gencin bir araya gelme süreci başlıyor.

Öncelikle belirtmem gerekir ki kitaptaki birçok şey ortalama Türk okurunu "dışarıda bırakan" cinsten. Örneğin; frat'in ne olduğunu bilmeyen birine sırf anlatmaya çalışmak adına söz gelimi "öğrenci kulübü" dediğinizde kelimenin içi neredeyse tamamen boşalmış oluyor. Üniversite kültürünün içinde koskoca bir kültür söz konusu. Kim olduklarını, neyi nasıl yaptıklarını bilmeden kitaptaki kızların frat partisine gitmeleri, okur için pek bir anlam ifade etmeyecektir. Okur o anda ya bunun ne olduğunu düşünecek ve kafasında canlanması gereken sahneler canlanmayacak ya da üstünde durmadan devam etmeyi seçecek. Velhasıl, birçok okurun birçok kez "muhabbete Fransız kalması" söz konusu olacak. Tıpkı kitabın bir bölümünde Garrett'ın bir sorority sister'la yattığını hava atarcasına belirtmesi ve sonrasında Justin'in Kappa Beta kızlarıyla çıktığını Hannah'nın kulağına çıtlatması gibi. Bunlar konuya hakim olmayanlara detay olarak gözükebilir ancak kitabın kapağında bize göz kırpan "anlaşmanın" zeminini oluşturuyor.

9 Kasım 2015 Pazartesi

Ekran Başında: Spectre

Benim için 007, 2006'da anlam kazandı. Tanrı biliyor ki Pierce Brosnan'a katlanamıyordum. Casino Royale'i izledikten sonra ise artık bu daha insani, daha gerçekçi, en önemlisi de çok daha iyi temsil edilen ajanı sevmeye başlamıştım. 2008'deki Quantum of Solace'ın hikaye örgüsü geri planda kalıp aksiyon dozu artınca bile umudumu yitirmedim. Geriye dönüp baktığımda filmin kötü adamını bile hatırlayamıyordum ki Bond kötülerinin varoluş amacı akılda yer etmektir. Öte yandan 2012'deki Skyfall'u çıkar çıkmaz izlemeye gittiğimde ise yerimde duramıyordum. Zira Bond, her gün şehrime gelmiyordu. İngiltere'de ilk hafta sonu itibarıyla gişede bir rekora imza atan Spectre'ı da dün gece Ataköy'deki bir sinema salonunda büyük beklentilerle izledim. Çünkü Daniel Craig ve Sam Mendes çıtayı iyice yükseltmişti ve daha azıyla yetinecek değildim. Şimdiyse bu satırları yazarken her şeyi bir kez daha düşünüyorum. 



Öncelikle bu filmin kötü adamını Christoph Waltz ete kemiğe büründürüyor. Beni Tarantino'nun Django Unchained'i ve Polanski'nin Carnage'ında oyunculuğuyla büyüleyen Waltz'ın kadroda yer alması kesinlikle haneye yazılan artı bir puan diye düşünmüştüm. Fakat... İnsan ister istemez şu ana kadar sarışın Bond'un karşısında gördüğü kötüleri şöyle bir düşünmeden edemiyor. 2002'de Wilbur Wants to Kill Himself ile tanıştığım Mads Mikkelsen'ın sessiz, sakin, derinden psikopatı Le Chiffre. Sonra 1992'de çektiği Jamón Jamón'dan başlayarak neredeyse tüm filmlerini izlediğim muhteşem Javier Bardem'in bir anı bir anına tutmayan, "her şeyin bir ilki vardır" Raoul Silva'sı. Pekala. Waltz'ın Blofeld'ı en azından kurgu açısından iddialı demeliyiz. Çünkü...

[Spoiler geliyor. Dikkat.]

"Benimle birçok kez karşılaştın ama beni hiç görmedin."

Hikayeye göre şu ana kadar Craig'in canlandırdığı tüm Bond filmlerinde karşılaştığımız kötü adamlar aslında Blofeld'in emrindeymiş ve tüm amaç Bond'un hayatını mahvetmek ve tabii ki... Dünyanın kontrolünü ele geçirmekmiş. World domination, baby. İşe bu yönüyle film ilginç bir hal alıyor. Yılanın başı Spectre, tüm kötülüklerin temelinde yatıyor.

Blofeld, şu ana kadar toplam altı Bond filminde yer aldığından aslında Waltz'un elinde bir dünya materyal bulunuyordu.

[Spoiler bitti.]

Spectre, klasik Bond formülü üstünden giderek gözlere hitap ediyor. O halde, gelelim filmin en sevdiğim sahnesine.

Day of the Dead, Meksika.

Bana soracak olursanız Sam Mendes ve tüm ekibi filmin açılışıyla ayakta alkışlanmayı hak ediyor.

Meksika'daki "Day of the Dead" festivalinde kurukafa maskesi ve onunla uyumlu iskelet kostümüyle karşımıza çıkan Bond, festival katılımcılarının ve göstericilerin arasında kolunda hoş bir hatunla ilerlerken tek kelimeyle muhteşemdi. O korkunç güzel maskesiyle yüzünü gizlerken bile karizmatik ve seksi olmayı başarmak da ancak Bond canonundan beklenilebilecek bir şeydi.



Kostümlerinden makyajlarına dek tek tek hazırladıkları sekiz yüz kişiyle çektikleri bu harikulade açılışın, şu ana kadar izlediğim tüm Bond filmleri arasında belki de yıllar sonra hatırlayacağım ilk üç sahneden biri olacağına hiç şüphe yok. Bu sahneyi izlerken ne kadar eğlendiğimi tahmin edebilirsiniz. Sonrasında takım elbisesi ve mühendislik harikası silahıyla pencereden dışarı çıkıp aksiyona daldığında ise gülmeden edemedim. İşte Mr. Bond böyledir. 

Aslında bakılırsa filmin büyük bir bölümünü bu hissiyat eşliğinde izledim. 

Ancak...

28 Eylül 2015 Pazartesi

İnceleme: LOL



Kody Keplinger, bizi bir kez daha Hamilton Lisesi'nin koridorlarına götürüyor ve bu kez beş parasız, sivri dilli ve talihsiz Sonny ile tanıştırıyor. The DUFF/SAP'tan tanıdığımız Wesley Rush'ın kız kardeşi Amy'nin en yakın arkadaşı olarak karşımıza çıkan genç kız, başı ne zaman sıkışsa çareyi yalan söylemekte buluyor. Yalanlar art arda sıralanıp hayatlar alt üst olurken etkilemeye çalıştığı Ryder ile biricik dostu Amy de nasibini alıyor.

Açıkça söylemek gerekirse, kitabın ilk sayfaları gerçekten eğlenceliydi ve defalarca yüzüme bir gülücük kondurmayı başardı. Sonny'nin Gert ismini taktığı eski station wagonında mahsur kalması, hiç kimsenin sevmediği "yeni çocuğa" vurulması ve mecburen Rush malikanesinde kalması ortaya garip ve merak uyandıran bir plot çıkartıyordu. Ancak eski Hollywood gençlik filmlerine bir aşk mektubu niteliğindeki kitabın ikinci yarısı kanaatimi bir nebze değiştirdi.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

İnceleme: İşgalci


İlk kitapta dünyaya bir değişim programı vesilesiyle gelen Aelyx'in, Cara'nın da sonsuz desteğiyle zaman içinde bulunduğu ortama bir nebze alışmaya başladığına şahit olmuştuk. Ancak alışmak, sevmek anlamına gelmiyor ve işte bu kitapta bir sonraki emre kadar birlikte yaşamaya mahkum edildiği bu topluluğa uyum sağlamak zorunda bırakılıyor. Çünkü görevi, kendisini  -dolayısıyla tüm Lehrlileri- dünyalıların gözünde düştüğü kötü durumdan kurtarmak ve bunun için de evvela kendisini halka sevdirmesi gerekiyor. 

Tıpkı Aelyx gibi Cara da gönderildiği uzak gezegende yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmek zorunda kalıyor. Şekerin üretilmediği, televizyon ya da sinema gibi kafa dağıtmamızı sağlayan en temel araçlarının olmadığı, yeşilliğin yetişmediği, binbir teknolojiyle donatılmış bir gezegenden bahsediyorum. Mutlaka çamaşır yıkarken ortaya çıkan karbonla ilgili bir şeyler duymuşsunuzdur. Ultrasonik dalgalar ve kızılötesi teknolojisiyle temizlenen havluların olduğu bu gezegende ona bile bir çare bulmuşlar. Kristal ve gümüş yapraklı devasa ağaçların olduğu bu yeni evreni, sayfaları çevirdikçe adım adım keşfediyoruz.

İlk kitapta bu gezegeni sadece Aelyx'in anlattığı kadarıyla öğrenebilmiştik. İkinci kitapta Cara'nın gözlemlerine güveniyoruz. İşte bu noktada kitabı henüz okumayanların görmezden gelmesi gereken spoiler içerikli bölüme adım atıyoruz çünkü kafamı kurcalayan birkaç şey var.

5 Temmuz 2015 Pazar

İnceleme: The DUFF

Güzel kızlar, güzel kızlarla arkadaş olmazlar. Çirkin ve şişman bir kızın yanında güzel görünmek varken, neden rekabet etmeye gönüllü olsunlar ki?



The DUFF, elime alır almaz, daha ilk sayfasından itibaren bana kahkaha attırmayı başaran bir kitap. Genç yazarın bol argolu içten anlatımı, kitabın başında bile kendisini hissettirip okurun kısa süre sonra en yakın arkadaşları, sırasıyla Casey ve Jessica'yla güzellik konusunda yarışamayacağını düşünen baş karakter Bianca'yla kuracağı bağın zeminini ustalıkla hazırlıyor. Evet, güzellik kitabın en önemli meselelerinden biri ve bu kitapta aslında herkes güzel olmaya çalışıyor. Söz gelimi okulda geçen rastgele bir olayı açıp okusanız, muhtemelen ya birilerinin manikürlü, kusursuz tırnaklarının ya da dolgun dudaklarının bahsinin geçtiğini görebilirsiniz. Yazar öyle bir resim çiziyor ki küçük göğüslerinden ve şişko poposundan açıkça yakınan Bianca'nın bu departmanda hiç şansı yokmuş gibi görünüyor. Aslında bunu kafasına takmaya başlamasına vesile olan ise aynı anda hem kasabanın en zengini hem de okulun en seksi çocuğu Wesley Rush. Resme dahil olduğu anda da "Bianca'nın maceraları" başlamış oluyor.

18 Ocak 2014 Cumartesi

İnceleme: Don't Call Me Baby



Don't Call Me Baby, temelde özel hayatını internette paylaşmak zorunda bırakılan bir kızın, "blogcu annesine" rağmen büyüme ve normal bir hayata sahip olma çabalarının anlatıldığı bir roman. On beş senelik hayatı boyunca annesinin bitmek bilmez post'larıyla yaşamı internet alemine malzeme edilen Imogene ki adı bile bir blog yarışmasında seçilerek konulmuş, bir türlü derdini anlatamadığı annesi, sivri dilli ama bir o kadar da tatlı büyükannesi ve arka planda dolanan eksantrik babasıyla yaşıyor. Tıpkı kendisi gibi blogcu bir anneye sahip en yakın arkadaşı Sage ile artık başlarındaki bu dertten kurtulmanın yollarını aramaya başlıyorlar. 
Do you remember when she was born? If you don't, click here. Do you remember when she first walked? If you don't, click here.


9 Aralık 2013 Pazartesi

İnceleme: Requiem

Gerçekten mutlu son diye bir şey var mı?




Düşük dereceli spoiler alarmı.

Böylesine göz korkutan ve saat misali tıkır tıkır işleyen bir distopya kurduktan sonra serinin son kitabında olayların nasıl bir sonla bağlanacağını, karakterlerin ve en önemlisi bu ruhsuz düzenin akıbetinin ne olacağını merak ederek kitabı okumaya başladım. Daha önce, konunun bir benzerinin işlendiği Matched/Eşleşme serisinin birçok açıdan hayal kırıklığı yaratan son kitabında tecrübe ettiğim okuma deneyimi ve internette bu kitap için yazılıp çizilenler aklımda soru işaretleri oluşturmuyor değildi. Fakat finalde Lauren Oliver, çizgisini bozmadan tüm Delirium serisini okutmayı ve kalemine olan inancımı sarsmayan bir duruşla son noktayı koymayı başardı.
A path and a road for everyone… and for some, a path straight into the ground.

28 Kasım 2013 Perşembe

İnceleme: Cruel Beauty

Sadece bir budala kendini Gentle Lord'un evinde güvende hisseder.





Mitolojik Yunan tanrılarına dua eden, parşömeni andıran sahte bir gökyüzünün altında korku dolu ve huzursuz bir hayata mahkum edilen Arcadia halkının kurtuluşu, on yedinci yaş gününde Gentle Lord (Kibar Lord) olarak bilinen kurnaz iblis prensiyle evlenmek zorunda bırakılan ve labirenti andıran şatosunda belirsiz bir geleceğin kollarına fırlatılıp atılan Nyx'in ellerinde.



There's no wisdom in the world that will stop humans from trying to snatch what they want.


Umutsuz ruhların kapısını çaldığı "anlaşmalar kralı" Gentle Lord'un gerçek adı bir sır ve insanlar çağlar boyu ona çeşitli lakaplarla seslenmeyi adet edinmişler. Tatlı yüzlü felaket ve Nyx'e söylediği sahte ismi Ignifex gibi. Üstelik bu ölümsüz yaratık, uzaktan bakınca tam bir aristokrat! Düzgün cümlelerini ve melodik kahkahasını duyman gerek. Yaklaşıp da gözlerinin "insan gözü" olmadığını görünce bir şeylerin ters gittiğini anlıyorsun gerçi. Kendi içinde çelişkilerle dolu bu çok katmanlı karakter, günlerini ölümlülerin bir şekilde daima kaybedeceği anlaşmalar yaparak, gecelerini ise niyeyse çok korktuğu karanlıktan saklanarak geçiriyor. İşte zamanında bu kendi açısından kârlı gözüken anlaşmalardan birini de Nyx'in babasıyla yapmış ve sonuç ortada.

18 Kasım 2013 Pazartesi

İnceleme: Çürük ve Harabe

Yaşayan ölülerin dünyayı istila ettiği belalı İlk Gece'den sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.



*Düşük dereceli spoiler alarmı.
Kendilerini bir anda zombi cehenneminde bulan talihsiz insanlar, birçok kayıp verdikleri ve böylece yaşayan ölüler ordusunu istemeden genişlettikleri son savaşlarında kendilerine güvenli bir bölge oluşturmayı da başarmışlar. Artık Çürük ve Harabe olarak bilinen ölü toprağın sınırında tellerle ve muhafızlarla çevrili ilkel kasabalarında dış dünyayı görmezden gelerek ve kimi zaman olanların faturasını birbirlerine keserek yaşamayı tercih ediyorlar. Kimse zombilerden bahsetmek dahi istemiyor.
Bay Santorini ömrünün yarısını insanların evlerine elektrikli aletler kurarak geçirdi. Ama bu şeytanın işidir. Ve şimdi o, affını şeytanın içkisinde arıyor ve Rabb'in tüm gazabını göstereceği cehennemde uzun bir süre geçireceği gerçeğinden kaçmaya çalışıyor. Eğer onun gibi imansızlar olmasaydı, Yüce Tanrı cehennemin kapılarını açıp insanlığın krallığını alaşağı etmek için lanetlenmişlerin ordularını göndermezdi.

3 Eylül 2013 Salı

22 Ağustos 2013 Perşembe

İnceleme: Ink

Annesinin vefatından sonra teyzesiyle Japonya'da yaşamak zorunda kalan Amerikalı Katie'nin aslında en büyük sorunu, annesine ve evine olan yoğun özlemini dindirmek ve tamamıyla farklı bir kültüre uyum sağlamaya çalışmaktı. Canlanan çizimleri görene kadar.



*Düşük dereceli spoiler alarmı.

Paper Gods serisinin ilk kitabı Ink, Kami'leri, yani kadim Japon Tanrılarını tekrar hayata döndürüyor. Tapınaklarda tasvirleri olan Kami'lerin soyundan gelen biri, Shizuoka'ya göç etmek ve eğitimine bir Japon okulunda devam etmek zorunda bırakılan Katie'nin karşısına çıkıyor: Yuu Tomohiro.

1 Ağustos 2013 Perşembe

İnceleme: The Girl in the Wall

Zengin kızın dört gözle beklenen doğum günü partisi tam bir felakete dönüşüyor. Aynı bu kitap gibi.


Kitabın konusunu okuyup, kapağına baktığımda bir şans vermek istemiştim fakat ayırdığım vakte değmeyecek bir kitapla karşılaştım.

Çoluk çocuğa hitap eden ucuz sinema filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz türden, zoraki bir aksiyon yaşanıyor kitap boyunca. Tahmin edilebilir olay örgüsüne bir de "romantizm sosu" boca edilmiş. Rock star-sıradan kız ve zengin kız-bahçıvan çocuk ilişkisi o kadar zorlama ki! Bu karakterlerin herhangi bir derinliği yok; ana karakterler bile sığ. İçlerinden birine karşı herhangi bir his beslemek mümkün değil. Tüm bu defolar bas bas bağırırken, yazar bari şu kitaptaki rock star çocuğu "Ay, yazık, o da içimizden biri aslında," kıvamında sunmasaydı keşke diyorum. Bunca şeyi okuduktan sonra, size bir de kitabın en büyük problemi bu değil desem, ne dersiniz?

İnceleme: A New Dawn: Your Favorite Authors on Stephenie Meyer's Twilight Saga

A New Dawn: Your Favorite Authors on Stephenie Meyer's Twilight Saga, adından da anlaşılacağı üzere Stephenie Meyer'ın dünyaca ünlü genç yetişkin paranormal romance serisi Twilight/Alacakaranlık ile ilgili makalelerden oluşan bir kitap.



Kitaptaki yazarlar arasında Cassandra Clare, Rachel Caine ve Ellen Steiber gibi ünlü isimler yer alıyor ve kitabın editörlüğünü Crank'den hatırlayacağınız Ellen Hopkins yapmış.

Bu kitap için, serinin hayranlarının keyifle okuyacağı makalelerle dolu diyebilirim. Özellikle, Cassandra Clare'in "Sevgili Güzin Abla," tadında yazdıkları tek kelimeyle muhteşemdi ve yüksek sesle kahkaha attım. Atılmayacak gibi değil; Nosferatu'nun "kemirgen ile dünya kupası arasında bir şey" olduğundan bile bahsediyordu. Bu hatun gerçekten çok yetenekli.

30 Temmuz 2013 Salı

İnceleme: The Island

Gerçekleri öğrenmek istiyorsan, önce cesur olmalısın.



*Düşük dereceli spoiler alarmı.

138 sayfalık bu novella'da on yaşını geçen her çocuğun artık yetişkin sayıldığı ve ebeveynleriyle birlikte yaşadığı Taboo köyünden ayrılıp çocuklara özel bir malikaneye götürdüğü bir distopya anlatılıyor. Bu yeni evin bulunduğu yer, aslında minik bir sahil kasabası. Kasabalarının sınırını çizen duvardan uzak durdukları sürece kendi inançları ve kendi yöntemleriyle yaşayan çocuklar, zamanla diktatöre dönüşen liderlerine karşı isyan edecek noktaya geliyorlar.

23 Temmuz 2013 Salı

İnceleme: Prophecy of the Sisters

Biri iyiliğin, diğeri kötülüğün temsilcisi iki kız kardeşin kaderi.



*Düşük dereceli spoiler alarmı.

19.yy'da geçen bu gotik masalın, aynı Lia ile Alice isimli varlıklı ikiz kardeşlerin kaderini bağlayan, kendi kuyruğunu yutan yılan gibi kendine has bir çekiciliği var.

Kehanet, büyü, astral yolculuk... Bu öksüz ve yetim kız kardeşler, görünürde ne kadar birbirlerine benziyorlarsa da karakter olarak fazlasıyla farklılar. Kitabın gözü Lia, iyi niyetin vücut bulmuş hali gibi. Diğer yandan Alice, sanki her davranışıyla kötülüğü çağrıştırıyor. Şu tam olarak adını koyamadığınız ama sezdiğiniz türden kötülük, işte bu kızın doğasında var. Her ne kadar bağlar artık kopma noktasına gelse de Lia kitap boyunca kız kardeşinin "iyileşmesini" umduğunu hissettirirken Alice de türlü çabalarla Lia'yı yoldan çıkartmaya çalışıyor. Bu, klasikleşmiş kardeş çatışmasından fazlası, çünkü ortada ucu çok eskilere uzanan bir kehanet var ki ikisinin de kaderini bir noktada kesiştiriyor.

21 Temmuz 2013 Pazar

İnceleme: Pandemonium

Diren. Özgürlüğün için.



*Düşük dereceli spoiler alarmı.

Delirium'un devam kitabını elime ilk aldığımda, dikkatimi ilk çeken şey bölümlerin ilk kitaptan farklı şekilde yapılandırılması oldu: "Now" ve "Then" başlıkları altında toplanan bölümler, art arda geliyor ve Lena'nın direnişçilerle geçen hayatı öncesi ve sonrası ile ele alınıyor. Kitaba farklı bir ritm kazandıran bu yapısal değişiklik, gerilimin arttığı sayfalarda bir "arkası yarın" efekti oluşturuyor.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...